Siirtli Hemşerimiz Semih Çalapkulu'nun Kaleminden: ABDÜLKĀDİR-İ GEYLÂNÎ

ABDÜLKĀDİR-i GEYLÂNÎ (1077/1166) Hicri 470/Miladi 1077 tarihinde Hazar denizinin güney batısındaki 'Gîlân' eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu.Hicri 561/Miladi 1166 tarihinde Bağdat'ta vefat etti.

ABDÜLKĀDİR-i GEYLNÎ (1077/1166)

Hicri 470/Miladi 1077 tarihinde Hazar denizinin güney batısındaki 'Gîln' eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Hicri 561/Miladi 1166 tarihinde Bağdat'ta vefat etti.

(Hicri takvime göre 91 yaşında, Miladi takvime göre 89 yaşında vefat etmiştir.)

Büyük Selçuklu Devleti döneminde yaşamış,

Kadiriye tarikatının kurucusu

ve İslam filozofu.

Hz. Pir Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani velayet burcunun batmayan güneşi, velilerin piri, intisap edenlerin mutluluğa erdiği hidayet sancağı, ebedi saadetleri kendinde toplayan, maddi ve manevi tertemiz bir yolun mensubu ve Hz. Muhammed'in (sav) soyundan gelen torunudur.

ABDÜLKADİR GEYLANİ HAZRETLERİ SOY İTİBARI İLE HEM SEYYİD HEM DE ŞERİF İDİ.

Soyu

;

babası Şerif Musa tarafından peygamberimiz

Hz. Muhammed (sav) efendimizin torunu

Hz. Hasan efendimize,

annesi

Fatıma Hatun tarafından da Hz. Hüseyin efendimize

dayanıyordu, onun için şu ibare meşhur olmuştur; '

Veliler Sultanı

Abdulkadir Geylani,

aşk ile doğdu, kemal ile ömür sürdü kemal-i aşk ile Rabb-ine vasıl oldu.

Abdülkdir Geylnî hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zt olacağına dir almetler, işaretler görülmüştü. Babası rüyasında Peygamber efendimizi (sav), Eshb-ı kirmı radıyallahü anhüm ve evliyayı gördü.

Peygamber efendimiz kendisine

; 'Ey Ebû Slih! Allahü tel bu gece sana kmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evld ihsn etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliya arasında derecesi yüksek olacak.'

buyurdu. Yine oğlu hakkında;

'On iki imam dışında bütün veliler doğacak olan oğluna itaat edecekler, onun ayaklarını boyunlarına koyacaklar. O yüksek derecelere kavuşacak, ona itaat etmeyenler Allahü telya yakınlık devletinden mahrûm kalacaklar.'

diye müjdelendi.

Arapça'da 'el-Cîlî', Farsça'da 'Gîlî' veya 'Gîlnî', Türkçe'de ise 'Geylnî' şeklinde telafüz edilen nisbesiyle şöhret bulan bu yüce şahsiyetin tam adı,

Muhyiddin Ebû Muhammed Abdulkdir

b. Ebî Slih Mûs Zengîdost el-Geylnî'

dir.

Tarikat ehli katında '

imam-ı eimme

', şeriat ehli katında da

'mahbub-u sübhanî'

ve

'muhyiddin'

lakaplarıyla meşhur olmuşlardır.

Nefsi emmare ateşini himmet ve sohbetleriyle söndüren, aşk ve murakabe yolunun sultanı Gavsu'l Azam Abdülkadir Geylnî Hazretleri; insanlara ve cinlere yardım etmesi ve imdatlarına yetişmesi sebebiyle

'Gavsü's Sakaleyn',

karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için

'Bzü'l Eşheb'

(avını kaçırmayan şahin),

ilminden dolayı

'Sultanü'l Ulema

'

(bütün limlerin sultanı)

unvanlarıyla anılmıştır.

Babasını erken yaşta kaybeden Abdülkadir Geylnî Hazretleri, annesi ve ahlkî faziletleri yüksek olan dedesi Savmai'nin terbiyesiyle büyüdü. Allah Tel'nın lütfu, Resulullah Efendimiz'in

(sallallahu aleyhi ve sellem)

duasıyla, çocukluğunu ilhî kudret ve azamet tecellilerini idrak ederek geçirdi.

Sadık rüyalar gibi tecelli eden manevi işaretlere ve ilhamlara mazhar oldu.

Ramazan ayında doğan

Abdulkadir Geylani

güzel ahlak, edep hay yönünden başka çocuklara benzemiyordu. Geylani hazretleri Ramazan günlerinde annesinden süt emmiyor hatta yöre halkı Ramazan'ın geldiğini veya Ramazan ayının bittiğini onun bu durumundan anlıyordu.

18 yaşına girdiğinde annesinden izin alıp ilim tahsili için Bağdat'a gitti.

İlmi ve irfani bir ortamda büyümesine rağmen bununla yetinmeyen, selim bir kalp, marifetullah ve muhabbetullahtan hisse alacak bir seviyeye gelebilme niyetiyle yanıp tutuşan

Seyyid Abdülkadir Geylnî Hazretleri on sekiz yaşlarında Bağdat medreselerinde tahsil görmek için, ahlki ve manevi istidadının farkında olan çevresindeki salih zatların da teşvikiyle, annesinin izin ve duasını alarak,

Bağdat'a doğru yola çıkar.

Hamedan'ı geçtikten bir süre sonra kırk, altmış kadar eşkıya kafilenin önünü keserek, kervanı soyar. Üzerinde para olup olmadığını soran eşkıyalara 40 altını olduğunu bizzat söyler. Bu sözü karşısında şaşkına dönen eşkıyalar, kendileriyle alay ettiğini düşünerek onu reislerinin yanına getirirler. Reislerinin huzurunda, üzerinde olduğunu söylediği 40 altını, elbisesinin koltuğunun altından sökülüp çıkarılınca, hepsi onun doğruluğu karşısında utançla ürperirler.

Aziz ve Celil olan Allah'ın 'Yoksa, insanlar; inandık demeleriyle bırakıl verileceklerini ve kendilerinin denenmeyeceklerini mi sandılar.'

(Ankebut Sûresi,2)

ayeti kerimesinde buyurduğu gibi, yola çıkarken annesine verdiği sözüyle ve Rabbine karşı olan ahdiyle sınanmış, sözünden dönmemiştir.

Doğruluk, avucunda bir kor olsa dahi yalana hayatı boyunca başvurmayan Gavsu'l Azam, bu üstün vasfı ve Allah'ın yardımıyla eşkıyaların tamamını gafletten uyandırıp tevbe ve hidayetlerine vesile olmuştur.

Bağdat'a vardığında dönemin en iyi medreselerinde eğitim alır. Aynı zamanda

Şeyh Debbas'ın

(kuddise sırruhû) rehberliğinde seyr u sülûka başlar. Şeyhinin vefatından sonra

Ebu Said Muharrimî

(kuddise sırruhû) ile yoluna devam eder.

UNUTULMAYA YÜZ TUTTUĞU İÇİN HANBELİ MEZHEBİNE GİRER.

İlimde derinleştiğinde, hocası Ebu Said kendisine Babü'l Ferec'de bir medrese tahsis ederek, burada tefsir, hadis, kıraat, fıkıh ve nahiv dersleri vermesini sağlar.

Hikmet, ancak tezkiye olmuş bir kalpte tecelli eder.

Allah

'ın (cc) zikrinden, tefekkür ve murakabesinden bir an bile uzak kalmayan

Abdülkadir Geylnî Hazretleri ibadet ve riyazetle geçen tam yirmi beş yıl sonra, Ebu Said Muharrimî'nin (Mahzumi) elleriyle şeyhlik hırkasını

giyer.

Şeyh Muharrimî'nin (kuddise sırruhû) vefatından sonra medrese ve dergh hizmetlerinin başında bulunan Abdülkadir Geylnî Hazretleri, ömrünün sonuna kadar irşad ile meşgul olur.

Hayatımda sahip olduğum en güzel isteğim, 'hayatı olmayan bir ölüm ve ölümü olmayan bir hayat'tır diyen Bazü'l Eşheb Abdülkadir Geylnî Hazretleri, nefsinin kıyametini kopartıp, 'Bugün mülk kimindir? Vhid, Kahhr olan

Allah

'ındır.' (Mümin Sûresi, 16) ayeti celilesinin azametiyle 'hayatı olmayan bir ölüm' ile müşerref olmuş ve 'ölümü olmayan bir hayat' ile hilafet tacını giymiştir.

Aşkın ve Sabrın Sultanı,

güçlü bir münazara yeteneğine sahipti.

Nasihatleriyle ve üzerindeki manevi lütuf ve rahmetle, ölü olan kalpleri diriltmiş; aşkıyla şevkiyle, kalbi tecellileriyle huzuruna gelen,

sohbetlerine katılan Putperest, Mecusî, Şaman, Budist, Musevi, Hristiyan ve nice Müslüman olmayanları İslam diniyle şereflendirmiştir.

Yaşadığı dönemin cumhur uleması tarafından 'dini ihya eden, dinin dirilticisi' anlamına gelen

'MUHYİDDİN'

ismiyle anılmıştır.

Abdülkadir Geylnî Hazretleri, yüksek ahlk sahibi, eşi benzeri olmayan bir gönül aslanıydı. İnsanlar ona kolayca ülfet ederdi. Ömrünü ve bütün varlığını İslam'ın muhafazası için gönülleri eğiterek, bidat ve şirke karşı savaşarak geçirmiştir. Lakin insanlardaki genel temayül üzere; hikmetinden ziyade kerametlerinin olağanüstülüğü ön plana çıkarılmış; yolu, izi, fikri düşünceleri, vasıfları ve öğretileri maalesef hakkıyla anlaşılamamıştır. Vaazlarının tamamı tevhid üzerinedir. İkaz, irşad ve nasihatleri, dinin hakikati olan bu sırra ulaşmanın reçetesini vermektedir.

Dinin nihai hedefi tevhiddir, Hz. Adem'den (aleyhisselam), Resulullah Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar tüm peygamberler, dilde hafif manada sonsuz olan tevhidi tebliğ etmek için vazifelendirilmişlerdir. Bu öyle önemli bir bahistir ki, insandaki sırrın açığa çıktığı, şeytanın ayağının kaydığı yerdir. Ve, 'Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim' sırrına maliktir.

Tevhid, Hakk Tel'nın varlığının, birliğinin, kudretinin, azametinin şuur ve idrakine vararak, O'ndan başkasına el açmadan, kimsenin huzurunda eğilip bükülmeden, bizzat hayatın içinde her sosyal alanda ibadet haline dönüştürülmesi gereken bir hakikattir. Tevhidi sadece 'Allah vardır' gibi bir mana ile sınırlandırmak, Allah'ı hakkıyla birleyememektir. Gönüller Sultanı Abdülkadir Geylnî Hazretleri bu gerçeği bize, 'Hikmetin tamamı tevhiddir. Tevhidin ruhaniyeti, kudret ve azamet tecellileri gönlüne aksetmiyorsa, hayatın içinde yaşadığın her an hikmet ve lütufları görmüyor, kalbinde bir semeresi olmuyorsa bu sözün sana bir faydası yoktur, iddian ancak kuru bir lafızdan ibarettir' sözleriyle ifade etmiştir.

Hz. Pir Abdülkadir Geylani Hazretlerinin bu portre resmi,  Abdulhamit han çalışma masasının çekmecesinden çıkmıştır. (Resim-A)

Abdülkadir Geylani

hazretlerine hayranlıklarını ve minnettarlıklarını anlata anlata bitiremeyen

Hak aşığı

Yunus

birkaç mısra ile söyle anlatır Şeyh

Abdulkadir

Geylani

Hazretlerini;

Seyyah olup şol alemi arasan

Abdulkadir gibi sultan bulunmaz

Ceddi Muhammeddir, eğer sorarsan

Abdulkadir gibi sultan bulunmaz

Hak yeri yaratıp göğü dizeli

Hoş nazar eylemiş ona ezeli

Evliyalar serçeşmesi, mana güzeli

Abdulkadir gibi sultan bulunmaz. (Yunus Emre)

Abdülkdir-i Geylnî, 1127'de ilk defa vaaz vermeye

başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu.

Fakat daha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için vaaz meclisini Bbülhalbe'deki bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağdat'a geldiği, arka saflarda bulunanların ön saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için

'Bzullah'

(Allah'ın şahini) ve

'el-Bzü'l- eşheb'

(avını kaçırmayan şahin) unvanıyla da anılan Abdülkdir'e bu unvan, Demîrî'ye göre şeyhi Debbs'm meclisinde verilmiştir.

Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vaad ettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.

Daha sağlığından itibaren kendisinden birçok keramet nakledilerek kişiliği tam manasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur.

İbnü'l-Arabî, 'kün' ilhî kelimesine mazhar olduğu için Abdülkdir'den çok keramet zuhur ettiğini söyler.

Tasarruf ve kerametlerinin ölümüden sonra da devam ettiğine inanıldığı için müritlerinin darda kaldıkları zaman söyledikleri

'Medet Ya Abdülkadir' sözü bir tarikat geleneği olmuş,

özellikle kadınlar, çaresiz kalanlara imdat ettiğine inandıkları Abdülkdir'in ruhaniyetine samimi bir bağlılık göstermişlerdir. Veysel Karanî ve İbrhim b. Ethem gibi Abdülkdir-i Geylnî de Türk halk edebiyatı ve folklorunda önemli bir yer tutmuştur. Yunus Emre'ye nisbet edilen, 'Seyyh olup şu lemi araşan/Abdülkdir gibi bir er bulunmaz' mısralarıyla başlayan şiir ile

Eşrefoğlu Rûmî'nin, 'Arısının balıyım bahçesinin gülüyüm/Çayırının bülbülüyüm y şeyh Abdülkdir!' gibi şiirlerinde ona karşı duyulan derin hayranlık terennüm edilmiştir.

Abdülkdir-i Geylnî hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşd ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vz vermeyi bıraktı. İnzivya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahrlara çıktı. Bağdat'ın Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibadet, riyzet ve müchede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı.

Buyurdu ki:

Irak'ın sahr ve harbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım.

Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazen uzun müddet yemezdim ve 'açım açım' diye içimin feryadını duyardım. Bazen üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada;

'Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır.'

melindeki İnşirh sûresinin beşinci ve altıncı yet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi.'

Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyafetlere bürünüp toplu hlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; 'Ey Abdülkdir! Onlarla mücdele et, onlara galip geleceksin.' derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; 'Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım.' diye beni tehdit ederdi. Cn u gönülden,

'L havle ve l kuvvete ill billahil aliyyil azîm'

okuyunca, onun tamamen yandığını görürdüm.

Bir kere Abdülkdir Geylnî şöyle bir ses işitti:

'Ey Abdülkdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım.' Bir rivyete göre;

'Başkasına yasak olan şeyleri sana hell kıldım.'

diyordu. Bunun üzerine Abdülkdir Geylnî Eûzü çekti.

'Kovulmuş şeytandan Allahü telya sığınırım. Sus ey mel'ûn!'

diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; 'Ey Abdülkdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım.' dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında;

'Sana haramları hell ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü tel böyle şeyleri emretmez.'

buyurdu.

Başka bir kere gayet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. 'Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun.' dedi. 'Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş.' dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defa elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnada elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlup ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gayet üzgün olarak; 'Senden ümidimi kestim. Galiba seni yoldan çıkaramayacağım.' dedi. 'Sus ey mel'ûn!' dedim ve kovdum.

Allahü tel her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.

Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. 'Bunlar nedir?' dedim; 'Düny zevkleri ve zînetleridir.' denildi. Dünya ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nimetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü tel beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü telnın rızsına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mnileri, engelleri gördüm. 'Bunlar nedir?' dedim. 'Senin içinde bulunan mnîlerdir.' denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.

Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. 'Bunlar nedir?' dedim. 'Arzu ve isteklerindir.' denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.

Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücadele ettim. Allahü telnın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum.

Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücadele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sedasız yerlerde kalmaya mebcur ettim. Soğuk bir gece kırk defa ihtilam oldum, havanın soğukluğuna bakmadan her seferinde, hemen yıkandım. Kerh harabelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları... Dünya sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her çareye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütlaa ediyordum. Nefsim; 'Biraz uyu, sonra kalkarsın.' dedi. Ona muhalefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur'n-ı kerîmi hatmedinceye kadar uyumadım.

Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum.

Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım.

Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teldan başka her şeyi çıkarıp,

hep O'nunla olmak olan 'fakr' mertebesine ulaştım'.

Nihyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağdat'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; 'Sen ki Abdülkdir'sin, buna hayret mi ediyorsun?' dedi.

Sahralarda dolaşırken 'Ol' sözü ile ihsan olundum. Allahü telnın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan hay ettim.

Allahü telya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim.

Abdülkdir Geylnî hazretleri bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdat'a dönüyordu. Hazret-i Hızır önüne çıkıp, şehre girmesine mni oldu. 'Emir var. Yedi sene Bağdat'a girmeyeceksin.'

dedi.

Bu sebeple, Bağdat'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince; 'Ey Abdülkdir! Bağdat'a gir, serbestsin.' diye bir ses duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdata girdi. Doğru

Şeyh Hammd bin Müslim Debbs'ın

zviyesine (derghına) geldi ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammd Debbs onu görünce ağlayarak; 'Oğlum Abdülkdir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır.' dedi.

Bir müddetten beri Bağdat'da bulunan Abdülkdir Geylnî hazretleri fitne ve karışıklıklar olunca tekrar sahralara çıkmak istedi.

Hibe kapısı denilen yere gelince; 'Nereye gidiyorsun?

Dön, herkes senden faydalanacak.' diyen bir ses işitti.

'Ben dinimi kurtarmak istiyorum.' dediğinde; 'Korkma, dinine bir zarar gelmeyecek.' denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin hakîkatını bildirmesi için Allahü telya yalvardı. Bu esnada Muzafferiyye denilen yerden geçerken birisi kapıyı açıp; 'Ey Abdülkdir! Buyurun.' dedi. Yanına varınca; 'Söyle, dün Allahü teldan ne istemiştin?' dedi. Abdülkdir Geylnî hazretleri şaşırıp cevap veremedi.

Bunun üzerine o zt kapıyı şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allahü teldan ne istediğini düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o ztın Şeyh Hammd Debbs olduğunu hatırladı.

Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan sorardı. O da ona bir bir açıklardı.

Bazen ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden onunla görüşemezdi. Dönünce hocası ona; 'Allah aşkına nerelere gidiyorsun? Bu civarda senden daha lim birisi var mı?' derdi. Şeyh Hammd'ın müridleri ona bazen; 'Sen lim birisin. Burada ne işin var, buradan gitsene.' derler; Şeyh Hammd da onlara; 'Utanmıyor musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim ona eziyet ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, manen kemle ermesi, olgunlaşması için böyle yapıyorum, mana leminde onu koca bir dağ gibi görüyorum.' derdi.

Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkdir Geylnî hazretleri dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammd; 'Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her velî ona itat edecek.' dedi.

Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp; 'Hoş geldin Abdülkdir! Sen riflerin, Allahü telyı tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim.' dedi.

Zamanındaki diğer evliya da keramet olarak ilerde onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler.

Abdülkdir Geylnî hazretleri zaman zaman

Şeyh Tacül rifîn Ebü'l-Vef hazretlerinin yanına giderdi.

Ebü'l-Vef hazretleri o gelince ayağa kalkar, yanındakilere; 'Ayağa kalkın, evliydan biri geliyor.' derdi. Ona karşı bu şekilde iltift etmesine hayret eden talebelerine; 'Henüz zamnı var. Vakti gelince, okumuş, chil herkes bu gence muhtc olacak, onun feyzinden, mnevî ilminden faydalanacaktır. Sanki şu anda onun Bağdat'da cematlere vz ve nasîhat ettiğini, 'Ayağım bütün velilerin boynundadır.' dediğini ve bütün velilerin boyunlarını ona uzattıklarını, görüyorum.' derdi.

Bir defasında da; 'Ey Bağdatlılar! Allahü telya yemîn ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır.' dedi ve Abdülkdir Geylnî hazretlerine dönüp; 'Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın.' diye hitap etti.

Nihayet Abdülkdir Geylnî hazretleri Bağdat'da insanları irşda, Allahü telnın beğendiği yolda bulunmaya dvete ve nasihat etmeye başladı.

Bir gün kendini nurların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah efendimiz Allahü telnın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; 'Bu, kutubluk denilen velîlere it evliylık elbisesidir.' buyurdular.

Resûlullah efendimizden hazret-i Ali vsıtasıyla gelen feyzler, mnevî ilimler ondan sonra hazret-i Hasan ile Hüseyin ve on iki imamdan diğerleri ile devam etti.

Bunlardan sonra gelen evliyya feyzler hep on iki imam vasıtasıyla geldi. Abdülkdir Geylnî hazretleri dünyaya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi.

Fakat o evliylıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki imamdan gelen feyzler, ilimler, bereketler onun vsıtasıyla geldi.

Başka hiç bir velî bu makama ulaşamadı.

Bunun için; 'Önceki velîlerin güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır.' buyurdular. Kıyamete kadar, her velîye feyzler onun vasıtasıyla gelecektir.

Bunun için kendisine 'Gavs-ül-A'zam; En büyük Gavs' denildi. Yalnız İmm-ı Rabbnî hazretleri bu hususda onun vekîlidir.

Abdülkdir Geylnî hazretlerinin evliylıktaki derecesinin yüksekliğini zamanındaki bütün evliy kabûl etmişti. Bir gün Bağdat'da sohbet ediyordu. Meclisinde pek çok lim ve velî vardı.

Bir ara; 'İşte şu ayağım her velînin boynu üzerindedir.' buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu sözü tasdîk ettiler.

Şeyh Halîfet-ül-Ekber anlatır:

Rüyamda Resûlullah efendimizi gördüm. 'Y Resûlallah! Şeyh Abdülkdir, ayağım bütün velîlerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?' diye sordum. 'Doğru söylemiştir. O benim himyemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?' buyurdu.'

Adiyy bin Müsfir; 'Bu sözü yalnız o söyledi, başkasından duymadım. O bununla kendi zamanındaki ferdiyet denilen makmını açıklar. Onun gibi hiç kimse böyle söylemeğe mezun, izinli değildir.' der.

Ahmed Rufaî hazretleri; 'O bu sözü mnevî emirle söyledi.' dedi.

İbn-i Hacer-i Askalnî hazretleri de; 'Bunun mnsı, ilerde o kadar kermet gösterecektir ki, ind eden ve doğru yoldan sapanlardan başkası onu inkr etmeyecektir.' dedi.

Büyük lim İzzeddîn bin Abdüsselm; 'Şüphesiz o, evliynın sultanı idi.' demişti.

Hayat bin Kays hazretleri buyurur ki:

'Abdülkdir Geylnî bu sözü söyleyince, bütün velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı. İlimlerinde bereket, hllerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar istisnsız, başlarını onun ayağına doğru uzatmışlardı.'

Abdülkdir Geylnî bu sözü söylediğinde, yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru uzattı. O anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed Rufî hazretleridir. Ona niçin böyle yaptığını sorduklarında şöyle dedi:

'Şu anda Abdülkdir Bağdat'da 'Ayağım, her velînin boynundadır' diyor.

Ebû Medyen Mağribî de; 'Evet ben Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim.' buyurdu.

ABDÜLKDİR GEYLNÎ HAZRETLERİNİN TASAVVUFTAKİ YOLUNA, KDİRİYYE TARÎKATI DENİR.

Tarîkatının husûsiyeti, dinin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allahü telyı anmak, gönlü Allahü teldan başkasından kurtarmaktır.

Abdülkdir Geylnî hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi.

Kendileri şöyle anlatır:

Hicrî beş yüz yirmi bir senesi

(Hicri 521)

Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah efendimizi rüymda gördüm.

'Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?' buyurdu. 'Babacığım ben yabancıyım. Bağdat fasîhlerinin yanında nasıl konuşurum?' dedim. 'Ağzını aç!' buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi def mübarek ağzının suyundan ağzıma saçtı ve; 'İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve vzlar ile Rabbinin yoluna çağır.' buyurdu. Öğle namazını kıldım.

Yanımda kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Tlib'i gördüm. Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve bana; 'Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?' diyordu. 'Babacığım! Nutkum, konuşmam tutuldu, konuşamıyorum.' dedim. 'Ağzını aç.' buyurdu. Açtım. Ağzının suyundan ağzıma altı def saçtı. 'Niçin yediye tamamlamadınız?' dedim. 'Resûlullah'a karşı olan edebimden.' buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasîh bir dille konuşmağa başladım.

Birgün, minberde oturmuş vz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevzi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vaazına devam etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye sul edince; 'Ceddim Resûlullah'ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Hay edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vz etmemi emr etti, dedi.

Sohbetlerinde bazen birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cuma, salı ve pazartesi gecesi halka vaz ederdi. Vaazında, lim ve evliyadan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzur içerisinde dinlerlerdi.

Kırk sene böyle devam etti.

Ders ve fetv vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup

,

bu hl altmış yaşına kadar devam etti.

Huzurunda Kur'n-ı kerîm tegannîsiz gayet sade, tecvide riayetle okunurdu.

Dört yüz lim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı.

Sorulan suallere gayet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.

DERİN İLİM SAHİBİ İDİ. ON ÜÇ ÇEŞİT İLİMDE DERS VERİRDİ

Bir gün birisi huzurunda Kur'n-ı kerîm okudu. bdülkdir-i Geylnî hazretleri okunan yet-i kerîmeleri tefsîr etmeye başladı. Kırk şekilde tefsîr yaptı ve hepsinin delilini gösterdi.

Orada bulunanlar yalnız on bir tefsîri anlayabildi ve dinleyenleri hayrette bıraktı.

Sonra; 'Sözü burada bırakıyorum. Şimdi kelime-i tevhide geldik 'L ilhe illallah' dedi. Bunları söyler söylemez cematı bir hl kapladı, hepsi kendilerinden geçti.

Önce lzım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi.

Cubbî ismindeki bir zt anlatır:

Evliyanın hayatından ve sözlerinden bahseden arabî

Hilyet-ül-Evliy

kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibadetle meşgul olmak istedim. Gidip Abdülkdir Geylnî'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzurunda oturdum. Bana bakıp; 'Eğer inzivya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber ztların, yni mürşid-i kmillerin huzûrunda edeb öğren. Daha sonra inzivya, yalnız ibadete başla. Yoksa, ibadet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek îcbeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın.' buyurdu.

Sabah ve ikindiden sonra tefsîr, hadîs ve fıkıh; öğleden sonraları Kur'n-ı kerîm ve kırat dersleri okuturdu. Akşam ve sabah ise, usûl-i fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi. Onun bereketiyle talebeler çabuk ilerlerdi.

Ebû Muhammed Haşşb

der ki: Gençken nahiv okuyordum. Bana bir gün Abdülkdir Geylnî hazretlerinin vaazlarında çok tesirli konuştuğunu söylediler. Vakit bulamadığım için gidemezdim. Nihyet bir gün vaaz verdiği yere gittim. Beni görünce; 'Bizim sohbetimizde bulun, seni Sîbeveyh yapalım.' dedi. O günden sonra yanından ayrılmadım. Din bilgilerinde ve aklî ilimler denilen diğer yardımcı ilimlerde çok istifade ettim. O kadar kavid (kideler) öğrendim ki, başkalarından öğrendiklerimi unuttum.'

Abdülkdir Geylnî hazretlerinin şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdat'ın ileri gelen limleri, her biri bir mesele sorup imtihan etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnada Abdülkdir Geylnî hazretlerinin göğsünden ancak kalp gözü açık olanların görebildiği bir nur çıktı ve limlerin göğsünden geçip gitti. limleri bir hl kaplayıp, Abdülkdir Geylnî hazretlerinin ayaklarına kapandılar.

Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi sullerinizi sorun buyurdu. Her biri sullerini sorup, hemen cevabını aldı. Onlara; 'Size ne oldu böyle?' denildiğinde; 'Huzurunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Sullerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık.' dediler.

Ebû Sa'îd Kilevî şöyle anlatmıştır:

Ben, Abdülkdir-i Geylnî hazretlerinin meclisinde iken, Resûlullah efendimizi ve enbiyyı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi.

Bir defasında da Hızır aleyhisselmı görmüştüm. 'Her kim dünyada kurtuluşa ermek ve saadete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkdir'in meclisine devam etsin!' buyurmuştu

.

İbn-i Kudme şöyle söylemiştir:

'1166

(Hicri 561)

yılında Bağdat'a girdiğimizde, Abdülkdir-i Geylnî hazretlerini ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara shipti. Onun gibi bir zatta daha hiç rastlamadık.'

Abdülkdir Geylnî hazretleri felsefe ile meşgul olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi.

Felsefenin kaynağı akıldır.

Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünya ruh, lem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü tel tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu itibarla sonra gelenler önce gelenleri daima tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar.

Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dinin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır.

Bunun için din büyükleri îtikdın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir.

Nitekim İbn-i Sîn ve Frbî gibi ztlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgul olduklarından sapıtmışlardır.

Şeyh Muzaffer Mansur der ki:

Birkaç kişi ile Abdülkdir Geylnî hazretlerinin yanına gitmiştik. Elimde, felsefe ile ilgili kitaplar vardı. Bizi süzdükten sonra kitabı görmeden bana; 'O elindeki kitap ne kötü bir arkadaştır.' buyurdu.

Bu esnada oradan ayrılıp kitabı bir yere koymak ve bir daha taşımamak hatırıma geldi. Kitabı çok seviyordum. İçerisindeki çok şeyi de ezberlemiştim. Tam kalkacaktım, bana dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Şaşırıp kalkamadım. 'Şu kitabı bana versene. 'buyurdu. Vermek için kitabı açtım. Bir de ne göreyim kitabın sahifeleri bembeyaz olup, hiçbir şey yazılı değildi. Kitabı kendisine verdim. Tek tek sahifelerine baktıktan sonra bana geri verdi. 'İşte İbn-i Dris'in

Fedil-ul-Kur'n

(Kur'n-ı kerîmin fazîletleri) kitabı.' buyurdu. Baktım gerçekten onun güzel bir hatla yazılmış bir nüshası idi. Bana; 'Kalb ile tövbe etmek ister misin?' buyurdu. 'Evet.' dedim. 'Öyleyse kalk!' dedi. Kalktım. Zihnimde felsefe ile ilgili bütün öğrendiklerimi unuttum. Daha önce onları hiç okumamış gibi oldum.

Dine uygun olmayan bir şeye müsaade etmezdi.

Bir gün yanında; 'Falanca çok ibadeti ve kerametleri ile meşhurdur.' diye konuşuldu ve bu arada; 'Ben derece bakımından Yûnus aleyhisselmı geçtim.' dediği nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke eserleri görüldü. Yaslandığı yastığı yere doğru attı. Gidip baktıklarında adamın öldüğünü gördüler. Vefatından sonra o şahıs rüyada neşeli olarak görüldü. 'Nasılsın?' diye sorulduğunda; 'Şeyh Abdülkdir hem Allahü telnın, hem Yûnus aleyhisselmın yanında bana şefatçı olduğu için, Allahü tel beni affetti. Yûnus aleyhisselm hakkında söylediğim o söz sebebiyle hesaba çekmedi.' dedi.

Çok sabırlı idi.

Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zt gelmişti. Abdülkdir Geylnî hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkdir Geylnî hazretleri; 'Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefat edeceğim.' buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefat etti.

Abdülkdir Geylnî hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükût eder, konuştuğunda gyet czib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din hususunda asla taviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; 'Ondan daha kerîm ve lütufkr kimse olamaz.' kanaati hkim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alkasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıya onun vsıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, zd ederdi. Verdiği sözü tutar, kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında hellden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi:

'Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!'

Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.

Fakirlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazîfeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyarete gelenlere saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.

Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesîle ederek, araya koyarak Allahü telya du ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki:

'Sıkıntıda olan bir kimse beni vesile edip Allahü telya yalvarsa derhl sıkıntısı gider. Şiddet nında her kim benim ismimi ansa derhl rahata kavuşur. Abdülkdir Geylnî hazretlerinin yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allahü teldan dilekte bulunursa, derhl işi görülür.'

Bir kere de;

'Her kim her rekatında Ftiha'dan sonra on bir İhls okuyarak, iki rekat namaz kılarsa, selmdan sonra da on bir defa Allah'ın Resûlüne salt ve selm getirip benim ismimi anarak yalvarırsa, Allahü telnın izni ve yardımıyla derhl işi görülür.

' buyurdu.

Temiz bir hanım, Abdülkdir-i Geylnî hazretlerine talebe olmuştu. Bu kadın dağda iken, ihtiyaç için mağaraya girdiğinde daha önce ona şık olan bir ahlksız da ardından girdi. Kadına yanaşıp, onun namusunu kirletmek istedi. Kadın kaçıp saklanacak bir yer bulamadı. Gavs-ül-a'zamın ismini söyleyip; 'Yardım et (yetiş, imdd) ey Gavs-ül-a'zam, ey insanların ve cinlerin gavsı, yardımcısı, yetiş! Yetiş ey Şeyh Muhyiddîn (dînin ihy edicisi), yetiş ey Seyyid Abdülkdir!' deyip feryd etti. O anda Gavs-ül-a'zam medresede abdest alıyordu. Ayaklarında tahtadan nalınlar vardı. Onları çıkarıp mağara tarafına savurdu. Ahlksız, arzusuna kavuşamadan, nalınlar kafasına ulaştı ve ölünceye kadar başına vurdular. Kadın, o mübarek nalınları alıp hazret-i Gavs'a getirdi ve başından geçeni anlattı.

Müridlerinin, talebelerinin tövbesiz vefat etmemeleri için du etti:

'Allah'ım! Ceddim, Habîbin Muhammed aleyhisselm ve kullarından takvya erenlerin htırı için, hiç bir mürîdimin, talebemin rûhunu tövbesiz alma.'

diye yalvardı.

Bir defsında;

'İyi müridlerin hli mlum, ya kötülerinki ne olacak?' diye sorduklarında; 'İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık.'

buyurdular.

Bir kere de; 'Bana gözün alabileceği kadar bir kitap verildi. Onda kıyamete kadar talebelerimin isimlerini gördüm.' buyurmuştur.

Cinler de kendisinden çekinir, itat edip sözünü dinlerlerdi.

Ebû Saîd Abdullah bin Ahmed isminde birinin kızına cinler musallat olmuştu. Hlini, Seyyid Abdülkdir Geylnî hazretlerine arz etti. O da; 'Falanca yere git. Oraya cinlerin reisi uğrayacak. Ona benim gönderdiğimi söylersin, hlini anlatırsın. O sana yardımcı olur.' buyurdu. O şahıs denilen yere gitti. Kendisini Abdülkdir Geylnî'nin gönderdiğini ve kızının durumunu anlattı. Cinlerin reisi kızına musallat olan cini cezalandırdı. Ebû Saîd cinlerin reisine; 'Bugüne kadar senin kadar Abdülkdir'in emrine cn u gönülden itat eden görmedim.' deyince; 'Abdülkdir Geylnî hazretleri her gece evinden bakar, cinleri seyreder. Cinler onu görünce korkularından sağa sola kaçışırlar. Allahü tel sevdiği kulun emrine birçok insan ve cin verir.' dedi.

Dusı makbûl idi. Bağdat halkından biri ona gelerek; 'Babamı rüyada azap içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkdir'e git, bana du etsin. Belki Allahü tel beni azapdan kurtarır.' dedi. Bunun için sana geldim. Babama dua ediverin de azaptan kurtulsun.' dedi. Abdülkdir Geylnî hazretleri sükût buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüysında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli görünce hayret edip; 'Baba, dün azb içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?' diye sordu. Babası; 'Şeyh Abdülkdir bana du etti. Allahü tel onun dusı hürmetine beni azaptan kurtardı.' dedi.

Tabiblerin tedvî edemediği hastalar ona gelirler, dusı bereketiyle şif bulup giderlerdi. Bir defsında Halîfe Mustencid'in akrabsından karnı şiş bir hastayı getirdiler. Elini sürüp, du ettiğinde Allahü telnın izni ile iyileşti.

Halk sıkıntıları olunca ona gelirdi. Bir seferinde Dicle Nehri taşmış, sular Bağdat sokaklarına kadar gelmişti. Herkes korku ile Abdülkdir Geylanî hazretlerine başvurdu. Abdülkdir Geylni hazretleri oraya geldi. Bastonunu nehrin kenarına dikti. 'Daha ileri gitme!' dedi. Allahü telnın izni ile nehrin suyu o andan itibaren azalmaya başladı.

Muhammed Ezher şöyle anlatır:

Bir sene Allahü teldan devamlı bana evliysından birini göstermesini istedim. Bir gece rüymda İmm-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyret ettim, orada birisi vardı. İçimden onun evliydan biri olduğunu geçirdim. Uyanınca Ahmed bin Hanbel'in kabrine koştum. Rüyada gördüğüm zt orada duruyordu. Önümden geçip Dicle'ye doğru gitti. Ziyaretimi acele yapıp onu takip ettim. Dicle Nehrinin iki tarafı, bir adımlık mesafe oluncaya kadar yaklaştı ve adımını atarak geçiverdi. Sonra o zt medresesine gittiğinde rüyada ve uyanık iken gördüğü zatın Abdülkdir Geylnî hazretleri olduğunu anladı.

Onu gören tesiri altında kalır, mübarek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı.

Cuma günleri cmiye giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu.

Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi.

Gavs-ül-zam, Medîne-i münevvereden Bağdad-ı Drüsselma gelirken, yolda hırsızlardan birine rastladı. Hırsız soyacak adam arıyordu. Gavs-ül-zam ona; 'Sen kimsin?' buyurdu. Hırsız; 'Ben çölde yaşıyanlardanım.' dedi. Gavs-ül-zam ona, isminin msiyet, günah mürekkebi ile yazılmış olduğunu açıkladı. Hırsızın kalbinden, bu heybet ve azamet shibi kişinin Gavs-ül-zam olması muhtemeldir düşüncesi geçti. Hırsızın kalbinden geçeni kendisine söyledi ve; 'Evet, ben Abdülkdir'im.' buyurdu. Hırsız, derhal mübrek ayaklarına kapandı ve dilinden; 'Ey Seyyid Abdülkdir! Allah için bana bir ihsanda bulun!' sözleri çıktı. Gavs-ül-zam, hline acıdı ve kalbinin düzeltilmesi için, Allahü telya du etti. Hitap geldi; 'Ey Gavs-ül-zam, hırsızı doğru yola ulaştır. Onu sevgililer hidyetine irşd eyle, onu kutublardan biri eyle!' Hırsız, eşsiz teveccühleri ile kutuplardan oldu.

Meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı.

Müslüman olan bir rahip şöyle anlatır:

Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen'deki İslm limlerinden birine müracaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım.

Rüyamda Îs aleyhisselmı

gördüm. Bana;

'Irak'a git, orada Abdülkdir isminde biri var, onun huzurunda müslüman ol. Çünkü o zamanındaki limlerin en büyüğüdür.'

buyurdu.

Yine on üç kişilik bir hristiyan cemaati müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında müslüman olacaklarını düşünürlerken shibini görmedikleri bir ses; 'Bağdat'a gidin. Abdülkdir Geylnî ismindeki ztın huzurunda müslüman olun. Onun bereketiyle kalbinizde öyle bir îmn nûru parlar ki, başkasının yanında böyle olmaz.' diyordu.

Bu hdiseler, Abdülkdir Geylnî hazretlerinin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini göstermektedir. Yoksa, İslamiyet'te, müslüman olmak için, müftüye, imama gitmek ve formaliteye ihtiyaç yoktur. Bir kimse kelime-i şehdeti söyleyip manasına inanınca müslüman olur.

ALLAHÜ TELNIN İZNİ İLE BİR ANDA BİRÇOK YERDE BULUNURDU

Ramazn-ı şerîfte bir gün, ayrı ayrı yetmiş kişi, birbirinden habersiz, Gavs-ül-a'zamı iftra dvet etti.

Herbiri kendi evini şereflendirmek, bereketlendirmek istiyordu. Her birinin dvetini kabul etti, aynı anda davet edenlerin evlerinde iftarda bulundu, onlarla birlikte yemek yedi. Bu haber, bu büyük ve havsalaya sığmaz kermet, bir anda Bağdat'a yayıldı. Huzurunda hizmet eden hizmetçilerden biri, Gavs-ül-zam o akşam tekkesinden çıkmadığı, iftarı burada yaptığı halde, o kimselerin evlerine girip, onlarla yemek yemesi ve bu yemeğin aynı anda olması nasıl olur? diye düşündüğü zaman,

Gavs-ül-zam, o hizmetçisine dönerek; 'Onlar doğru söylüyorlar, her birinin davetinde bulundum, ayrı ayrı, fakat aynı zamanda her birinin evlerinde yemek yedim' buyurdu.

ÇİLESİNİ ÇEKMEDEN YÜKSEK MERTEBELERE ULAŞILAMAYACAĞINI SÖYLERDİ

Bir kadın, çocuğunu Abdülkdir-i Geylnî'ye getirip; 'Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu zd edip, size getirdim.' dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarîkatta sülûke başlattı. Bu şekilde devam ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer halde buldu. Bu hl ona dokundu. Çocuğunu bırakıp,

Abdülkdir-i Geylnî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. 'Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer.' dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; 'Kum bi-iznillh!' yni Allahü telnın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitben; 'Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!' buyurdu.

Bazen sevdiklerine mana leminde çeşitli şeyleri gösterirdi. Ali bin Ykub anlatır:

Bir kere daha yanına gitmiştik. Başını eğip, murakabeye dalınca, ondan bir nurun yükseldiğini gördüm. Gözümden perde kalktı, melekleri, onların tesbihlerini ve kabirdekileri, onların hallerini, derecelerini, tesbih ettiklerini gördüm. Her insanın alnındaki yazıları okumaya başladım. Hulsa bana gaybî, gizli pek çok şey malûm oldu. Beni oraya götüren Hocam Ali bin Hîtî, aklıma bir şey olmasından korkuyorum deyince, göğsüme vurdu ve ondan sonra gördüklerimden dolayı hiç korkmadım.

Ebü'l-Hacer Hmid Hirnî anlatıyor:

Bir gün Abdülkdir Geylnî hazretlerinin medresesine gittim ve huzurunda oturdum. Bana; 'Ey Hmid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın.' buyurdu. Aradan epeyce zaman geçip, Hiran'a dönünce, Sultan Nûreddîn beni çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı Abdülkdir Geylnî hazretlerinin o sözünü hatırlarım.

Bir gün bir cematle terasta durup, Buhr tarafına dönerek, güzel bir koku aldı ve;

'Benim veftımdan yüz elli yedi sene sonra, dünyya Muhammedî meşreb birisi gelir, ismi Beheddîn Muhammed Nakşibendî'dir. Bana mahsus nîmetlere kavuşur.'

buyurdu ve dediği gibi oldu.

Evliynın büyüklerinden ve mürşid-i kmillerin en meşhûrlarından olan bu zt, Muhammed Beheddîn-i Buhrî Nakşibend hazretleri idi.

Allahü tel ona eşynın aslını, neden meydana geldiğini gösterirdi.

Bir gün devlet ileri gelenlerinden birisi huzuruna gelmişti. Tesirli nasîhatlarını dinledikten sonra memnuniyetinden on kese altını ortaya koyup, bunlar senindir.' dedi. Abdülkdir Geylnî hazretleri almak istemedi. Çok ısrar edince, içinden ikisini aldı ve sıktı. Elinin altından kan akmaya başladı. O şahsa; 'Bunları bana getirmekten hiç mi hay etmedin?' dedi. Onları helalden kazanmadığını göstermiş oldu.

Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkdir Geylnî hazretleri buyurur ki:

'Kermetler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kermetini gizlemeyen dünyaya düşkündür. Bana talebe olan yhut evldımdan ve halîfelerime bağlı olup, kermet derecesine ulaşıp, maksatsız kermet izhar edenin yüzü iki dünyada kara olur.'

Abdülkdir Geylnî hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesile olan pek çok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

'İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, lim ve cesur olması.'

'Şükrün esası, nîmetin shibini bilmek, bunu kalp ile îtirf etmek ve dille söylemektir.'

'Büyük limlere tbi olunuz; bid'at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan şeylere sapmayınız. İtat ediniz, muhalefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sabit kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahtan temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız.'

'Kalp dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imknı yok, ahireti sevmiş olamaz.'

'Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzundur. Peygamber efendimiz; '

Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzûndur.'

buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşguldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir.'

'İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü telnın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.'

İlk önce yapılması lzım olan şeyler hususunda:

'Mü'minin, en önce farzları yapması lzımdır. Farzları bitirdikten sonra, vcib ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nfilelerle meşgûl olur. Farz borcu varken sünnet ile meşgûl olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabul olmaz. Ali bin Ebî Tlib'in rivyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyuruyor ki:

'Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nfile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazsını ödemedikçe, Allahü tel, onun nfile namazlarını kabûl etmez.'

Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar onun sermyesi, nfileler de kazancıdır. Sermaye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz.' buyurdu.

Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:

'Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, salihleri sev.

Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla beraber ol.

Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.

Ey oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür. Allahü telnın kitabının ve Resûlünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felh, bulur kurtuluşa erersin.'

Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünya lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teldır. Senin düşüncen, Rabbin ve O'nun katında bulunan nimetler olmalıdır. Dünyadan (haram ve şüphelilerden) ne terkedersen, mutlaka bunun karşılığında ahirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sadece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de ahiret için hazırlık yap.'

Faydasız şeyleri bırakmak hususunda:

'Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünya ve ahirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünya düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin. Dünyada rahat ve hoş bir hayat arama. Resûl-i ekrem; '

Hayat, hiret haytıdır'

buyurdu.'

İyi zan sahibi olmak hakkında:

'Müslümanlar hakkında iyi zan sahibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda ahireti düşünen limlere sor.'

Du hakkında:

'Allahü teldan düny ve hiretin hayırlarını iste. Sakın; 'Ben istiyorum. Fakat Allahü tel vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim.' deme.

Duya devm et.

Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teldan istedikten sonra, Allahü tel onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü tel seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rız gösterme nîmetini ihsn eder.

Eğer Allahü tela senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü telya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü tel sana razı ve memnun olacağın bir hl verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü tel alacaklıyı sana kötü mumele etme hlinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama hline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir.

Ahiret işlerini önce yapmak husûsunda:

'Ahireti sermayen, dünyayı bu sermayenin kazancı yap. Zamanını, önce ahireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca.

Sakın dünyanı sermye, ahiretini onun krı şeklinde yapma.

Böyle yaparsan, dünyadan artan zamanını, ahiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riyet etmezsin. Sonra dünya işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kaza namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, hev ve isteğine hatta şeytana tbi olursun.

Ahiretini dünyaya karşılık satarsın.

Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Hlbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzip etmek ve selmet yoluna sokmakla emrolunmuşsun.

Bunlar ahiret yolu, Rabbine tat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabul etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevsında ona uydun. Sonunda dünya ve ahiretin hayırlısını kaçırdın. Dünya ve ahiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünya bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyadan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini ahiret yoluna çekseydin, ahiretini esas ve sermaye kabul etseydin, dünya ve ahiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyaya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü telya itat edersen, Allahü telnın has kullarından olursun.'

Yapılan nasihati kabul etmek hakkında:

'Kardeşinin sana yaptığı nasihati kabul et. Ona muhalefet etme. Çünkü o, senin kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resûl-i ekrem;

'Mümin, müminin aynasıdır.'

buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasihatlerde samimidir. Onun göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır.'

Acele etmemek husûsunda:

'Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isbet kaydeder veya isbet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek. Allahü teldandır. Umûmiyetle aceleye sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanat shibi ol. Kanat bitmeyen bir hazînedir.'

Gaflet hakkında:

'Allahü teldan hakkıyla hay ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız, zayi olup gidiyor. Hlbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binaları kurmakla meşgûl oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzûrunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Hlbuki Allahü telyı anmak, riflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalplerini kuşatır. Onlara, Allahü telyı hatırlamaya mni olan her şeyi unutturur.'

Allah için yapılmayan işler hakkında:

'Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hli nasıl? Cemaat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü telnın rızsını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teldan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, dî ve bayağı niyetlerin için tövbe et.

İnsanlara gösteriş için, onların rızalarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü telnın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünya hapishanesindesin. Resûl-i ekrem dim tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sadece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.'

Allahü telnın sevgisinde samimiyetin nasıl belli olduğu hususunda:

'Kulun Allahü telyı sevmesinde samîmi olup olmadığı, başına bel ve musîbet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn hlini muhafaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü telyı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik zamanında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve almet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize; 'Ben seni seviyorum.' deyince;

'Fakirlik için bir elbise hazırla.'

buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; 'Ben Allahü telyı seviyorum.' deyince;

'Bel için elbise hazırla.'

buyurdu.'

Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dir:

'Halinizden şikyette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Doğruluk üzere devam edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.

Allahü telya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz. Onun için biran olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükfatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhur olan, bu lakabı, bir anlık cesareti neticesinde kazanmıştır. Allahü teal Kur'n-ı kerîmde melen;

'Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir.'

buyuruyor.

(Bakara sûresi: 153)

Haytı fırsat bilmeye dir:

'Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganimet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye imknınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz.'

Kabir ziyretine dir:

'Kabirleri ziyaret ediniz. Salih kimseleri de ziyaret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir.'

Günahlardan sakınmak husûsunda

: 'Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz;

'Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür.'

buyurdu.'

ESERLERİNDEN BZILARI ŞUNLARDIR:

1)El-Gunye li-Tlibî Tarîk-ıl Hak:

Îmn, ibdet ve ahlkî konuları ihtiv eder.

2)

El-Fethurrabbnî vel-Feyz-ur-Rahmnî:

Vzlarından meydana gelir.

3)

Fütûh-ul-Gayb:

Bu eser vzlarından ve oğlu Abdurrezzak'a vasiyetinden meydana gelir.

4)

El-Fuyûztu'r-Rabbniyye fî Evrd-il-Kdiriyye:

Du ve virdlerden meydana gelir.

5)

Mektûbat:

On beş mektuptan meydana gelir.

KERMET VE MENKÎBELERİ:

ALTININ VAR MI…?:

Bir gün Abdülkdir Geylnî'ye; 'Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?' diye sordular. Buyurdu ki:

'Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kğıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arife günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; 'Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın.'

dedi.

Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; 'Beni Allahü telnın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdat'a gidip ilim öğreneyim. Salih ztları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim.' dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım.

Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı.

Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. 'Haydi Allah selmet versin oğlum. Allahü tel için ayrıldım.

Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem.' dedi. Küçük bir kfile ile Bağdat'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kfilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. 'Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?' diye sordu. 'Kırk altınım var.' dedim. 'Nerededir?' dedi. 'Koltuğumun altında dikili.' dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kfileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. 'Altının var mı?' dedi. 'Kırk altınım var.' dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. 'Neden bunu söyledin?' dediler. 'Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım.' dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; 'Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum.' dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de,

'İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol' dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kfileden aldıkları malları shiplerine geri verdiler. İlk defa benim vesilemle tövbe edenler, bu altmış kişidir.'

ATEŞİN ODUNU YİYİP BİTİRDİĞİ GİBİ

Abdülkdir Geylnî'nin sohbetleri ile hasta gönüller şifa bulur, katı kalpler yumuşardı. İnsanların manevi hastalıklarını tek tek bildirir, onları tedavi ederdi. Hasedin, kıskançlığın Allahü telnın gazbına sebep olacağını şöyle anlatır:

Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin imanını zayıflatır. Mevlnın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü telnın gazabına uğratır. Peygamber efendimiz;

'Allahü tel, hasetçi kimse nîmetimin düşmanıdır,'

buyurdu.' diye bildirmiştir.

Resûl-i ekrem bir hadîs-i şerîfte;

'ATEŞ odunu yiyip bitirdiği gibi, HASET de iyilikleri yer.'

buyurdu. Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin hususunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü telnın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahü telnın kendisi için takdir ve taksim ettiği nimetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü telnın bu ihsnından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun?

Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok cahil olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü tel sana zulmetmez. Allahü tel senin için takdir ettiğini, sana nasip olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez.

BU İHTİYARI HİMYE ETSİN!..:

Gavs-ül-a'zam bir gün, İmm-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyret etti. Yanında evliydan bir cemaat da vardı. Kabrin başında okudular. İmm-ı Ahmed bin Hanbel kabirden çıktı, elinde gömlek vardı. Gömleği verdi ve birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra İmm-ı Ahmed;

'Ey Seyyid Abdülkdir! Fıkıh, tasavvuf ile hellin, haramın ilmi sana muhtaçtır.'

buyurdu.

Bir gece Resûlullah efendimizi rüyada gördü. Bu arada İmm-ı Ahmed bin Hanbel'i de gördü. Bir eliyle sakalını tutmuş, Resûlullah efendimizden rica ediyor ve;

'Ey Allah Resûlü! Oğlun Muhyiddîn Seyyid Abdülkdir'e buyur da, bu zayıf ihtiyarı himye etsin.'

diyordu. Resûlullah efendimiz tebessüm buyurarak: 'Ey Seyyid Abdülkdir! Bu şeyhin ricasını kabul et.' buyurdu. Resûlullah'ın emri ile onun ricasını kabul etti ve sabah namazını Hanbelîlerin namazghında kıldı. Hlbuki Hanbelî namazghında immdan başka kimse olmazdı. Abdülkdir-i Geylnî hazretleri oraya gelince, pek çok kimse de ardından gelip, mescidi doldurdu ve boş yer kalmadı. 'Eğer Gavs-ül-a'zam hazretleri o gün, Hanbelî namazghında hazır olmasaydı, Hanbelî mezhebi unutulacaktı.' denilmiştir.

Bundan sonra Hanbelî mezhebine göre ibdet etti.

BİZİM YOLUMUZ:

Oğlu Abdurrezzk'a şöyle vasiyet eyledi: Ey oğlum! Allahü teal bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfîk, başarı ve muvaffakiyet ihsan eylesin! Sana Allah'tan korkmanı ve O'na tat üzere olmanı, dinimizin emir ve yasaklarına riyet etmeni ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim.

Ey oğlum! Allahü tel bize, sana ve müslümanlara tevfîk versin! Bizim bu yolumuz, Kitap ve Sünnet üzere bina edilmiştir. Kalbin selmeti, el açıklığı, cömertlik, cef ve ezya katlanmak ve din kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur.

Ey oğlum! Sana vasiyet ederim! Derviş yani Allah adamlarıyla beraber ol. Meşyıha, tasavvuf büyüklerine hürmeti gözet! Din kardeşlerinle iyi geçin! Küçük ve büyüklere nasihat üzere ol.

Dinden başka şey için kimseye düşmanlık etme!

Ey oğlum! Allahü tel bize ve sana tevfîk versin! Fakirliğin hakîkati, senin gibi olana muhtaç olmaman, zenginliğin hakîkati ise, senin gibi olandan bir şey istememendir. Tasavvuf hldir, söz değildir, söz ile de ele geçmez. Dervişlerden, Allah'tan başkasına ihtiyaç duymayan birisini görürsen, ona ilim ile değil, rıfk, yumuşaklık, güler yüz ve tatlı söz ile mumele eyle! Zîr ilim onu ürkütür, rıfk, yumuşaklık ise çeker ve yaklaştırır.

Ey oğlum! Zenginlerle sohbetin, görüşmen izzet ile onlara değer vermeyerek, fakirlerle görüşmen ise, kendine değer vermeyerek olsun.

İhls üzere ol!

İhls, insanların görmesini htıra getirmeyip, yaradanın dim gördüğünü unutmamaktır. Sebeplerde Allahü telya dil uzatma. Her hlde Allahü teldan gelene rzı ve sükûn üzere ol.

Allah adamlarının huzûrunda şu üç sıfat üzere bulun:

Alcak gönüllülük, iyi geçinmek ve kötülüklerden arınmış bir kalb. Hakîkî yaşamak, nefsini öldürmenle, nefsinin arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemenle olur.

ABDÜLKADİR GEYLANİ HAZRETLETLERİ'NİN VEFATI

Abdülkdir-i Geylnî hazretleri vefat edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: 'Yanımdan ayrılın! Çünkü zhirde, görünüşte sizinle, btında sizden başkasıyla yni Allahü tela ile beraberim.' Yine o esnada buyurdular: 'Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!' Yine; 'Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berektühü. Allahü tel beni ve sizi mağfiret etsin! Allahü tel benim ve sizin tövbelerimizi kabul etsin!' Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.

Oğlu Şeyh Abdürrezzk anlatır:

Gavs-ül zam, o esnda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; 'Ve aleyküm selm ve rahmetullahi ve berektühü! Tövbe ediniz!' buyurdu.

Vefat ederken iki def; 'Allahümme refîk al a'l.'

deyip; 'Size geliyorum, size geliyorum.' buyurdu. Tekrar buyurdu ki: 'Durun!' Bunun ardından, ona ölüm ve sekert hli geldi. Bu hlde iken;

'Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü telnın ilminde bir hlden başka bir hle geçmekteyim.'

buyurdu.

Son anlarında, oğlu Abdülcebbr; 'Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?' diye arz edince; 'Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü tel iledir.' buyurdu.

Oğlu Şeyh Abdülazîz; 'Hastalığınız nasıldır?' diye sorunca; 'Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü telnın ilmi, hükmü ile nkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü tel, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından sul olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur.' buyurdu.

Daha sonra; 'Kudret ile hkim, kullarına ölüm ile glib olan Allahü tel, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. L ilhe illallah Muhammedün Resûlullah!' Sonra da; 'Allah Allah Allah...' deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.

Veftı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenze namazını oğlu Abdülvehhb kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar hlinde ziyaretine geldiler. Bu ziyaretler günlerce devam etti.

Abdülkdir Geylnî hazretlerinin kız ve erkek pek çok çocuğu vardı. Nesli onlar vsıtasıyla dünyanın çeşitli yerlerine Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Irak, Suriye ve Anadolu'da yayılmıştır. Oğullarından Ebû Abdurrahmn Şerefeddîn Îs Mısır'a hicret etmiş olup şimdi Mısır'daki Kdirî şeriflerin dedesi odur. Torunları, Kuzey Afrika'da daha çok Şerif ve Şurefa gibi isimlerle, Irak, Suriye ve Anadolu'da ise Seyyid ve Geylnî diye anılmaktadır.

ABDULKADİR GEYLANİ HAZRETLERİNİN TÜRBE-İ ŞERİFİ

Külliyenin yerinde daha önce Hanbeli Fakihi Ebu Said el Muharrimi'nin ders verildiği bir medrese bulunmaktaydı. Muharrimi'nin talebesi ve ve halefi olan Abdülkadir Geylani medreseyi genişleterek bir tekke ilave etmiş, 561'de ölümü üzerine buraya defnedilerek adına bir türbe yapılmıştır.

Bağdat'taki diğer örnekler gibi mukarnas kubbeli olduğu sanılan ilk türbe, Kanûnî Sultan Süleyman'ın emriyle 1534'te yenilenerek yanıbaşına bir cami, etrafına da imaret, medrese ve tekke hücreleri yaptırılmıştır. Planlarını Mimar Sinan'ın hazırladığı külliye, 1574'te Bağdat Valisi Elvendzde Ali Paşa zamanında tamamlanmıştır. Daha sonra 1638'de IV. Murad, 1674'te Silhtar Hüseyin Paşa, 1708'de III. Ahmed, 1865'te Abdülaziz, 1900-1904 yılları arasında II. Abdülhamid ve 1970-1974 yılları arasında da mütevellileri tarafından tamir ettirilmiştir.

Etrafı yüksek duvarlarla çevrili geniş bir avlu içinde yer alan külliyeye, doğu ve batı tarafından iki taçkapıyla girilmektedir. Cephe duvarlarını aşan kademeli, sivri kemerli taçkapılarla süslemeleri, Selçuklu üslûbu taklit edilerek 1974'te yenilenmiş, külliyenin güneyindeki hazîre ile bahçe duvarı ise modern mimari anlayışıyla düzenlenmiştir. Güneyde bulunan türbe ile cami ile birlikte ele alınmış ve caminin planı, daha eski olan türbeye uydurulduğu için de genel planda bir çarpıklık meydana gelmiştir.

Cami ve türbe; üç taraftan çifte revakla çevrelenmiştir: Revaklar siyah mermer sütunların taşıdığı otuz sekiz küçük kubbeyle örtülüdür. Kubbelerin cami ve türbeye açılan bölüm üzerindeki dördü mukarnas dolgulu,diğerleri sadedir. Külliyenin çekirdeğini teşkil eden türbe kare planlı olup üzeri, köşe kubbelerine yaslanan kubbeyle örtülüdür. Önünde dört eyvanlı Selçuklu yapılarını hatırlatan küçük bir geçiş meknı bulunmaktadır. Üç kapıyla girilen türbenin içi son tamirde altta mermer, üstte kristal camlarla, miğfer şeklindeki dış kubbe ise kasnaktan itibaren halı desenli çinilerle kaplanmıştır. Çeşitli hatlarla ve motiflerle süslü sanduka Osmanlı eseridir ve gümüş bir kafesle muhafaza edilmektedir.

Son Söz olarak;

dinimizin en önemli Allah cc. dostlarından, evliyaların, alimlerin, velilerin, şeyhlerin  şahı olarak görülen 'Abdülkadir Geylani hazretleri' hakkında bu yazı derlenmiştir.

(Semih Rüstem ÇALAPKULU)

Aziz ve Celil olan Allah cc, ümmeti Muhammedi birlik eylesin.

Küfürden, cehaletten, faydasız ilimden, huşu duymayan kalpten, doymayan nefisten, haramdan, iftiradan, nifak ve ayrılıktan muhafaza eylesin.

Kalplerimizi haset ve kıskançlıktan, amelimizi riyadan, dilimizi gıybet ve yalandan, gözümüzü hıyanetten temizlesin.

Vatanımızı, milletimizi, namusumuzu korusun.

Sarsılmaz bir iman, güzel ahlak, fiyet ve sağlık ihsan buyursun.

Rahman olan Allah cc, bu fena leminden hakiki yurt olan beka lemine göçen bütün Müslümanları rahmetiyle kuşatsın.

Mahşer gününde cümlemize Livaü'l Hamd Sancağı altında toplanmayı nasip etsin.

Hamd, lemlerin Rabbi olan Allah'a (cc) mahsustur. Salt ve selm efendimiz Hz. Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellem), onun l ve ashabının üzerine olsun. (mîn)

Abdülkādir Geylanî için

'Aşk ile doğdu, keml ile yaşadı ve keml-i aşk ile öldü' diyerek tarih düşürülmüştür ki, ebced hesabına göre 'aşk' 470, 'kemal' 91, 'kemal-i aşk' ise 561'e tekabül etmektedir.

Buna göre Geylnî hicri 470'de doğmuş 91 senelik bir ömürden sonra hicri 561 tarihinde vefat etmiştir.

Not:

Yazıdaki resimler bilgi amaçlı konulmuştur. Yayınlamasında telif ihlali anlamında sıkıntı yaşanması adına, gerekli prosedürleri yapılması yayıncı kuruluşa aittir. Teknik yazı ve/veya makale de, alıntı yapılan kaynaklar 'kaynakça' kısmında belirtilmektedir. Lütfen bu konuda gerekli hassasiyeti gösteriniz.

Semih ÇALAPKULU

Bakmadan Geçme