• Haberler
  • Siirt Haber
  • Av.Muiniddin Şener'in Kaleminden: (Cumhuriyet Öyküleri) Çınarın Gölgesi

Av.Muiniddin Şener'in Kaleminden: (Cumhuriyet Öyküleri) Çınarın Gölgesi

1924.Tohum Anamın rahminden çıkışımın 32.

1924.

Tohum

Anamın rahminden çıkışımın 32. sene-i devriyesiydi ya da en azından ben öyle olduğunu tahmin ediyorum. Bu senelere neler sığmamıştı ki; Balkan Savaşı, Birinci Dünya Harbi, İstiklal Mücadelesi….

Okuma yazmam vardı. Babam tüm zorluklara rağmen beni okutmuştu. Mahallemizin mektebine yazılmış sonrasında ise muallim olmuştum. Harp inkişaf edince yedek subay olarak Doğu Cephesi’nde görevlendirilmiştim. Ardından İstiklal Harbine girmiştik. Şükür ki harbi kazanmış, emperyalist güçleri ülkemizden defetmiştik. Bundan sonrası ise varımız, yoğumuzla ülkemizi kalkındırmak olacaktı. 32 sene bu saydıklarımı yaşamak için ne kadar da kısa bir süreymiş meğer…

Benim dünyaya teşrifimin 32.senesiydi. Türkiye Cumhuriyeti ise henüz birinci yılını doldurmamıştı. Kâğıt üzerinde, yeni kurulmuş olan ülkemden daha yaşlı idim. Fakat bu bir yılını bile doldurmamış ülke köklü bir imparatorluğun, onun bıraktığı geleneğin, yürekli insanlarının atlattığı sayısız badirelerin ve sonsuz bir inancın toplamını ihtiva etmekteydi. Bu ülke, bir yılını henüz doldurmamasına rağmen görmüş geçirmiş, birçok fırtınayı atlatmış, yeri gelmiş dalları kırılmış fakat her ne olursa olsun hâlâ dirayetli, kökü ile toprağına sımsıkı bağlı, dimdik ayakta duran bir çınardan farksızdı.

Bütün bunları düşünürken Aydın Milletvekili İzzettin Bey beni odasına çağırdı. Ömrümde bu denli çalışkan, hareketli bir insan görmedim. Her daim memleket için en iyisini düşünen ve bu düşüncelerini aksiyona geçirmekte en ufak tereddüt göstermeyen bir aydın idi.

Beni odasına çağırmasının sebebi şu sıra çiftçilere yapılacak tarım desteğiydi. Son zamanlarda bütün Meclis ve Kâtiplikler bu çalışmalar için gecesini gündüzüne katarak uykusuz kalmıştı. Meselenin özü şuydu ki; savaştan yeni çıkmış ülkenin, birçok alanda yetişmiş insanı azalmış ve bununla birlikte kendi ekonomik ve öz kaynakları tükenme noktasına gelmişti. Ülkem, kendi çiftçisine destek sağlayacak gücü göstermekte zorlanmaktaydı.

Tarım bir ülke için çok şey demekti. Toprağın ekilmesi demek bereket demektir, bereket ise ancak vicdanlı kalplerin ektiği tohumlarla vuku bulabilir. Şimdi o vicdanlı kalplere, o tohumu ekecek çiftçilere destek lazımdı ve İzzettin Bey yasa tasarısının son hâlini derleyerek hazırlamıştı. Odasına girdiğimde çocuk kadar neşeli idi. Gözleri, uykusuzluktan kan çanağına dönmüştü fakat yine de gözlerinin içi heyecandan parıldıyordu. Aydındaki çiftçilere yapılacak destek hakkındaki raporun tetkikini sağlamış, projelerin ekonomik kaynağını ise belirlemişti.

Odasına girdiğimde üzerinde çalıştığı projeden bahsedecek sandım. Fakat o benim elime bir bez tomarı tutuşturdu. “Sarraf Ali Bey’e götür, ne kadar verirse al ama Ankara’ya gidecek olduğumuzu kesinkes belirt. Arabamız arızalıdır, bakımı elzemdir diye ekleyiver. Yardımcı olacaktır.” Şaşkınlıkla baktım. Bana dönüp “hadi evladım” dedi. Elimde okka altın sarrafın yolunu tuttum. Yolda düşündüm. İzzettin Bey çokça varlıklı ve zengin bir kimse değildi ki. Kim bilir elimde tuttuğum altınlar İzzettin Bey’in kaç senelik birikmişi idi. Aydındaki çiftçiler için yola çıkacak bu adamın arabasını tamir ettirecek parası dahi yoktu. Fakat elindekini avucundakini vermeye hazırdı.

O vicdanlı kalpler tohumları toprağa atacaktı. Daha nice nice toprakta yeni çınarlar yetişsin diye Milletvekili İzzettin Bey, son parasını vermişti. Kim bilir Anadolu insanı bu çınarların yetişmesi için bir yerlerde nasıl mühim mücadeleler yürütmektedir. Elimdeki bez tomarını sıkı sıkı tuttum. Onlar artık benim için altından birer tohumdu. Adımlarımı sıklaştırarak yoluma hızla devam ettim.

1934.

Yol

Olabildiğine nemli ve boğucu bir havanın altında tütünümü sarmış yakmaya hazırlanmaktaydım. Güneş, dünyaya garezi varmışçasına gökyüzünü kaplamaktaydı, koca yıldız adeta dünyadan intikamını almaya çalışıyor gibiydi. O denli sıcak ve kavurucu…

Trenimiz arıza yapmış, biz de bu yüzden ilerleyemez olmuştuk. Trendeki çoğu yolcu kendini trenden dışarıya atmış, bulabildiği gölgeliğe sığınmıştı. Fakat bunun yeterli olmadığı, herkesin sıcaktan ve yolda kalmaktan bunaldığı görülebiliyordu.

Eski ve yer yer paslanmış buharlı tren ile Ankara’dan yola çıkmıştık. İlk durağımız Paris; varmaya çalıştığımız esas yer ise Marsilya idi. Ankara’dan trenle İstanbul’a geçecek oradan da Avrupa’nın merkezi Fransa’ya geçecektik. Ömrümde ilk defa İstanbul’un batısına geçecektim ve bu durum beni hem heyecanlandırıyor hem de geriyordu.

Oldum olası içerisinde yolu barındıran her eylemi gerçekleştirmekten mutluluk duymuşumdur. Yolda olmayı, yola çıkmayı, yola bakmayı hasılı yol ile alakalı her şeyi çok severim. Yol, benim adıma muhayyile için fırsattır. Aynı zamanda kendimi hesaba çekebildiğim bir sırat köprüsü vazifesi görür.

Nasıl anlatsam; hani uzun bir yola çıktığınızda bazen sadece yolu düşünür, yoldan keyif alırsınız. Varacağınız yerin kıymeti harbiyesi yola çıktığınız andan itibaren git gide düşer. O yol bitmesin istersiniz zira yolda kendinizle baş başa kalmışsınızdır. Yoldaki refikiniz sadece kendiniz olmuşsunuzdur. Esas mesele de budur ya. Evvel refik ba’del tarik demişler atalarımız.

Yani önce yoldaş sonra yol gelir. Yola çıktıktan çok kısa bir süre sonra bir bakmışsınız siz artık kendi kendinizin yoldaşı olmuşsunuzdur. Yol artık sadece kendi benliğinize ulaşmanızı sağlayan bir araçtır. Hepsi o.

Yolun anlamı ve değeri benim için bu iken şu an içinde olduğum yolculuğun amacı ise, varılması gereken noktaya bir an önce varmak olduğundan stresliydim.

Bu yolculukta yalnız değildim. Yanımda benim gibi makine mühendisi olan üç arkadaşım vardı. Üç tane refik…

Yola çıkma amacım demin belirttiğim gibi son derece yüce idi.

1929 Ekonomik Buhranından sonra birçok Avrupa ülkesinin ekonomisi çökmüş, işletmeler batmış, fabrikalar çalışmayı durdurmuştu. Hâl böyle olunca da fabrikalar kapandıktan sonra ellerinde avuçlarında ne kadar makine varsa hepsini yok pahasına satmaya başlamışlardı. Hindistan, Çin ve Rusya’dan birçok mühendis, fabrikatör, devlet adamı makineleri kapış kapış almanın ve ülkelerine götürmenin telaşına kapılmışlardı. Biz ise bu vakıaya ilk başta uyanamamış fakat sonrasında gözümüzü açmıştık. İşte bizim görevimiz de tam burada devreye girmekteydi. Biz dört tane refik Marsilya’ya gidecek, kapanan fabrikaların sahipleri ile görüşecek, makineleri yerinde tespit edip raporları hazırlayıp Ankara’ya tanzim edecektik.

Bunun için de Marsilya’da bulunan fabrikatörler ile iki gün sonrasında toplantı yapacak, görüşlerini alacaktık.

Bu yüzdendir ki yol, bizi hedefe götürecek olan yegâne vasıtaydı fakat yıllardır kullanılan buhar treni daha İstanbul’a varmadan hararet yapmış, ilerlemez olmuştu. Bütün bunları düşünürken Makinist yanımıza geldi; “Yola çıkmadan buharlıyı yağladım, tornadan da geçirdim. Ama namussuz yine hararet yaptı.” dedi.

Hâlâ daha eski usul buharlı trenler kullanmakta idik. Bu trenler su, kömür ve ateş olmadan çalışmazlardı. Su ve kömür ikmal gereksinimi de çok fazla idi bu makinelerin.

Makiniste baktık; “Çözemez miyiz abi” dedik. Makinist abi alnındaki teri sildi, elini bez ile temizledi; “sorunun nerede olduğunu çıkaramadım, onu çözsek bile ateşi harlı tutmak asıl mesele” dedi.

Biz dört mühendis dört yol arkadaşı birbirimize baktık. Varmamız gereken bir şehir görmemiz gereken makineler, hepsinden de önce katılmamız gereken bir toplantı vardı. Trenin en yakın tren garına kadar bir şekilde ilerleyip garda durması ve bizim trenin tamir edilmesini beklememiz gerekecekti ki bu bize epey zaman kaybettirirdi.

Aramızda çok fazla konuşma cereyan etmedi, Makinistin yanına gittik; “Abi nedir sorun, götür bizi sorunun kaynağına, çözeriz evelallah.” Makinist bizi sorunun kaynağına götürünce sıvadık kolları başladık hummalı çalışmaya. Çok geçmeden sorunu anladık, çözümü de bulup uygulamaya koyulduk. Bereket ki sorunu çözdük ama bu sefer de stoktaki kömür azdı ve varacağımız noktaya yetişmemiz iyice zorlaşacaktı.

Buna da hemen çare bulduk, yine sıvadık kolları ama bu sefer yalnız başımıza çözülecek mesele değildi bu. Bütün tren ahalisine haber saldık. Kim var kim yok herkesi dal, kozalak, çalı çırpı yakılabilecek ne varsa toplamaya davet ettik.

Tren ahalisi de bu çağrımıza kulak verdi. Etrafta yakacak ne varsa trene doldurmaya başladık. En çok da yol arkadaşlarımın canla başla çalıştığını görmek bana gurur veriyordu. Öyle bir heves ve heyecanla topluyorlardı ki görünce duygulanmamak elde değildi.

En sonunda yakacak teminini de sağladıktan sonra trenimiz yola çıkmaya hazırdı. Tren ahalisi yorgun argın yerini aldı. Yorulmuşlardı. Biz de yorulmuştuk. Üstümüz başımız toz toprak, makine yağı ile dolmuştu.

Ama hasılı yola çıkmıştık ya önemli olan buydu. Biz iki gün sonra Marsilya’daki toplantıda yerimizi aldık. Fakat çok geçmeden makineleri satın alma işleri için geç kaldığımızı anlayacaktık. Makineleşme ve fabrikalaşma yolunda yine bir adımı geç atmıştık. Her ne zaman geç kalmış olma hissi içimi delip geçse zihnimin dehlizlerinden yol arkadaşlarım ile yaptığım mücadeleyi, kan, ter, yağ, kir, pas içinde kaldığımız anları çıkarır, tekrar tekrar yaşar, mutlu ve umutlu olurum.

Zira bizi başarıya ve mutlak huzura götürecek yolun o hummalı çalışmadan ve her daim “yolda” olmaktan geçtiğini bilirim. Her daim yolda olmak, yılmadan mücadele etmek bizi biz yapan esas unsur olmuştur ve öyle de olacaktır.

2013.

Vazife

Masamda oturmuş, bana henüz tebliğ edilmiş kâğıtlara bakıyordum, öyle zannediyorum ki onların bakışı da benim üzerimdeydi. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin kültür ve mistisizm kokan şehirlerinden bir tanesine atanalı henüz iki yıl olmuştu. Bu iki yılda dikkatimi fazlasıyla celp eden şuydu ki; buranın insanları, konu şehirlerine bir proje yapmak olduğunda canla başla gecesini gündüzüne katarak çalışıyor ve nihayetinde sonuca ulaşıyorlardı. Bu nedenle birçok projenin üstesinden gelebilmiştik.

Fakat bu sefer masama konan kağıtların içinde yakın bir tarihe yetiştirmemiz gereken bir sosyal tesis projesinden bahsediliyor ve bir an önce projeye başlanması için de ikazda bulunuluyordu. Bu defa işim gerçekten zor olacağa benziyordu.

Babam her zaman “kızım devletin tek bir kuruşunu bile boşa harcama; her şeyin hesabı verilir de onun hesabı verilmez” demişti. Her cümlesi hakikat olan bu sözleri söyleyerek beni memleketim olan Aydın’dan uğurlamıştı.

Babam uzun seneler boyunca Aydın’da öğretmenlik ve müdür yardımcılığı yaptıktan sonra emekli oldu. Babamın öğretmenlik mesleğine olan sevgisini gördükten sonra öğretmen olmamak işten bile değildi. Eğitim Fakültesini bitirdikten sonra önce kendi memleketimde beden eğitimi öğretmeni olarak işe başlamış ardından okullarda idarecilik görevine yükselmiştim. Girdiğim her sınıfta, atandığım her okulda bir iz bırakmaya çalışıyordum. Bazan hiçbir şekilde basket potası dahi olmayan bir okula basket sahası yapıyor, bazan okul okul gezip duvarları boyuyor ve bazan da öğrencilere giyecek ve eşofman yardımı sağlayacak projeler geliştiriyorduk.

Bütün bunlar göz önüne alınmış olacak ki; Milli Eğitim Müdürümüz beni yanına çağırmış. Gençlik ve Spor Bakanlığı’nda projelerden sorumlu birime atanmamı önermişti. İlk başta öğrencilerimden ve okulumdan ayrılmayı göze alamadıysam da atandığım yerde yapacağım projeler ve yardımcı olabileceğim çocuk sayısının daha fazla olacağını düşünerek teklifi kabul ettim.

Kendi memleketimde beş sene çalıştıktan sonra bu güzel şehre atandım. İlk geldiğimde itiraf etmeliyim ki çekinmiştim. Ne yapacağımı bilememiş ve bocalamıştım. Sonrasında buraya alışınca artık bu memleketten hiç ayrılamayacağımı düşünür olmuştum.

Babam her zaman büyük büyük dedemden misaller vererek devlet işinin önemine vurgu yapardı. “Vakti zamanında dedenin dedesi, kızım “diye başlardı söze, devamında da öyküler anlatır dururdu.

“Senin dedenin dedesi büyük adamdı vesselam kızım. Zamanın Aydın milletvekilinin başkâtipliğini yapmış. Oradan da büyükelçiliğe kadar yükselmiş. Çok büyük şahsiyetmiş çok. Aha bak şu bina var ya onun zamanında yapılmış, aha bu caddeye de onun adını vereceklermiş de olmamış.” diye diye anlatırdı.

Öyle sanıyorum ki insanlarımıza hizmet etmenin en büyük gurur vesilesi olduğu düşüncesi bu konuşmalar ile bana zerk olunmuştur.

Önümdeki kağıtlar da bana burada hizmet edilmesi gereken bir proje olduğunu söylemekte idi. Kâğıtlarla uzun bir süre bakıştıktan sonra onları kaptığım gibi eyleme geçtim. Öncelikle tesis için uygun arazi bulmak lazımdı. Hangi arazi sahibi ile görüşüp yapılacak sosyal tesisten bahsetti isem her türlü desteğe açık olduklarını belirtiyorlardı.

Önce uygun araziyi bulduk, uygun projeyi çizdirmek ise çok fazla vaktimizi almadı. Hangi kapıyı tıklattı isem büyük bir destek ve öz veri ile karşılaştım. İşin ekonomik boyutuysa nerede ise hiç sıkıntı olmuyordu. Yeri geliyor Ankara’da Bakanlığın genel merkezi ile tesis hakkında fikirler yürütüyor, yeri geliyor araziye teftişe gidiyorduk. Bütün bunları yaparken hiç zorlanmıyor tam tersi her gittiğimiz yerden elimiz dolu dönüyorduk.

Oysa babam, dedem her daim çektikleri sıkıntıdan bahseder dururlardı. Bazen düşünüyorum da acaba biz o zorlukları görmediğimizden midir nedir her şeye kolayca ulaşabileceğimiz yanılgısına kapılıyoruz. Kendimi eski devirlerde yaşamış, zorluklar görmüş, savaşlar atlatmış, yokluk ve imkansızlıklar içinde mücadele etmiş insanların yerine koyunca “acaba ben o kadar zorluğun içinde ne yapardım” diye düşünmeden kendimi alamıyorum. Biz bu kadar kolaylığın ve mümkünatın içinde yaşarken vaktinde her türlü zorluğu çeken dedelerimiz onların dedeleri nasıl yaşadılar acaba? Bunları düşünürken aklımı hep şu soru kurcalar? Acaba onların yaptıkları mı daha değerli veyahut bizim şimdi uğraştıklarımız mı daha değerli?

Elbette ki savaşta çatışmış bir askerin, onun yarasını tedavi etmeye çalışan bir hemşirenin derdi ile benim şu an uğraştıklarımın derdi kıyas dahi edilemez. Bunu düşününce yaptıklarımın değeri düşüverir gözümde. Fakat bazen öyle anlar gelir ki bir küçük çocuğun o çok arzu ettiği eşofmana kavuşma anındaki gözlerinin içindeki parlaklık beni başka diyarlara alır götürür. Evet belki kıyas dahi edilemez ama çocukların gözündeki parlaklık her dönem her yüzyılda aynı değil midir? Babası askerden sağ salim gelmiş bir çocuğun mutluluğu ile ömrü boyunca giyinmediği bir bota sahip olan çocuğun mutluluğu kıyas edilebilir mi? Bunları düşünmek her zaman beni rahatlatır ve yoluma devam etmemi sağlar.

Bu projede de böyle oldu ve rekor denebilecek bir sürede tesis açıldı. Sonra ne mi oldu?

Tesisteki ilk voleybol maçını çocuklarla oynadık ve kaybettik. Hayatım boyunca aldığım en güzel yenilgiydi.

2019.

Makine

“Demir ve Çelik İşlenmesinde Aşınma Özellikleri ve Aşınmaların Önüne Geçmek İçin Yöntemler” başlıklı tezimi içeren kâğıtlarımı masamdan kaldırdım. Bugün benim için büyük gündü. Bir senedir üzerinde çalıştığım tezimi hocalarıma sunacaktım. Bunun için çok heyecanlı idim.

Bir senedir bir çelik fabrikasında mühendis olarak çalışmakta iken arkadaşlarımın da teşvikleri ile yüksek lisans eğitimine başlamıştım. İş yerimdeki çalışmalarım esnasında “aşınma” meselesi her zaman canımı sıkan bir problem idi. Bu durum ile ilgili eksiklikleri patronlarıma söyleyince hep “biz daha iyi biliriz” bakışı ile karşılaşmaktaydım. Ben de çözümü yüksek lisans tezimi bu konu üzerine kurmakta bulmuştum. Yani esasında bugünkü tez savunmam, gerçek fikirlerimin ve arkasında durduğum bilimsel gerçeklerin savunulması manasına da gelmekteydi.

Kâğıtlarımı masadan aldım ve yola çıktım. Yolda iken babamı aradım. Onun duasını almak benim için her şeyden önemliydi. Babam her zaman mühendis olmak istediğinden dem vururdu. Beni de mühendislik alanına sevk eden oydu. Anlattığına göre onun da büyük dedesi Cumhuriyetin ilk kurulduğu zamanlarda baş mühendismiş, üç tane mühendis arkadaşı ile Kırıkkale’de 1936 yılında Cumhuriyet tarihinin ilk barut, tüfek fabrikasının kurulmasına ön ayak olmuşlar. Sonrasında bu fabrikalar Makine ve Kimya Endüstri Kurumunun temellerini oluşturacaktı. Babam ise en büyük kardeş olduğundan kendi babası da vefat edince sanayide çalışmaya başlamış ve evin sorumluluğunu üstlenmişti. Makinelere olan merak ve ilgisi de buradan geliyordu zannımca. “Erkek adam her tür makineden anlayacak” derdi her zaman. “Eve usta çağırmak da neyin nesi” diye de devam ettirirdi. Benim de makinelerden anlamamı isterdi. “Ama benim gibi değil, sen diplomasını da alacan bu işin” diye tutturur dururdu.

Bu düşünceler içinde iken üniversiteye varmıştım. Tezimi gayet iyi savunduğumu hatırlıyorum. Eve gittiğim zaman ise sakin ve huzurlu idim. Fikirlerimin arkasında durmuş, kendimi ifade etmiştim. Görevini layığı ile yerine getirmenin vermiş olduğu huzur ile kanepeye gömüldüm. Hayatımı değiştirecek esas meselenin ise bundan sonra başlayacağını bilmeden derin bir uykuya daldım.

Üç gün sonra sabah bir telefon ile uyandım. Makine ve Kimya Endüstrisi yöneticilerinden bir idareci benimle görüşmek istediğini belirtti. İlk başta inanamadım fakat telefonun diğer ucundaki sesin şaka yapar gibi bir tavrı yoktu. Öğle vakti sözleştiğimiz üzere yönetici ile buluşmuştuk. Çağrılma sebebim ise bana yapılması planlanan bir iş teklifiydi. Kendi bünyelerinde mühendis olarak çalışmamı teklif ettiler. Tereddütsüz kabul ettim. Temellerinin atılmasında büyük dedemin de rol aldığı bir oluşumda çalışmak hayallerimin de ötesindeydi. İlk başta inanamadım fakat yönetici şu cümleleri kurunca vakıanın sahici oluşu beni hayata döndürdü; “Ateş Bey tezinizi okuduk, tezinizdeki çalışmalarınızı en kısa zamanda Araştırma ve Geliştirme Departmanımıza sunmanızı bekliyoruz. Sunum yapacağınız tarihi kendileri size söyleyecektir. Hayırlı olsun."

Demek tezim, çalışacağım kurumun dikkatini çekmiş ve işe çağrılmamda ön ayak olmuştu. Yıllar önce büyük dedemin kurulmasına öncülük ettiği kurumun mühendisi olacaktım.

Acaba bir gün kendi soyundan birinin burada çalışacağını buradan ekmek yiyeceğini düşünmüş müdür? Hiç sanmam. Eminim ki kendince bir şeyler yapmaya, bir şeyler üretmeye çalışıp çabalamış en sonunda arkadaşları ile fabrikanın kurulmasına öncü olmuşlardı. Ben de onun yolundan gitmiş ve fikirlerimi son raddesine kadar savunmuştum ve sonunda ait olmak istediğim yerde idim.

Öyle sanıyorum ki bir insanın kendinden sonrakilere bırakacağı en büyük miras kendinden sonra gelenlerin de yararlanabileceği bir işleyiş, yapı ve kurumdur. Yazarlar bunu kitap yazarak yaparlar. Kitabı okuyan der dimağ; kitapta kendinden bir şeyler buldukça, kitaptaki her cümleyi zihnine ve kalbine nakşettikçe yazarı hatırlar onu yad eder. O kitabın beynin her bir kıvrımına işleyişi yazarı ölümsüz kılar. Bilim insanları bunu inşa ettikleri kuramlarla, fikirlerle yaparlar. O fikrin gelişip büyümesi bilim insanının da adının büyümesi demektir. Ressamlar ise resim yaparak kendilerinden sonra gelenlere kendi dönemlerinin hüzünlerini, sevinçlerini anlatır ve izah ederler. Aslında bu ressamın şunu demesidir; sizden önce de bir dünya vardı, sizden sonra da olacak  fakat esas mesele sizin dünyada bıraktığınız eserdir, izdir.”

Eve vardığımda büyük babamın, birçok yazarın, ressamın, bilim adamının bıraktığı izi takip ettiğimi düşünüyordum; dünyaya ve kendinden sonra gelenlere bir fikir, bir cümle bırakmak…

Eve vardığımda annem yemeği hazırlamış ve her zamanki sabırsızlığıyla babamı beklemekteydi. Bu güzel haberi bekletemezdim. Hemen söyleyiverdim. Annem haberi alınca havalara uçtu. Bana sıkıca sarıldı. Bir aralık gözleri dolar gibi oldu fakat sonrasında kendini hemen toparladı; “hadi hadi sofraya, acıkmışsındır şimdi.”

Babam tamir etmeye çalıştığı çamaşır makinesinin içinden kafasını kaldırdı; “Aferin len” dedi. Sonra tekrar kafasını makineye gömdü. Dakika dolmadan ise bana seslendi; “Len şu penseyi uzatıver sana zahmet…”

2023.

Umut

Yazmakta olduğum öykünün son cümlelerini toparlarken içimde çokça umut, boynumda ağrı ve yüzümde hafif bir tebessüm bulunmakta. Asrın öyküsü yazılacak dendiğinde böylesine geniş ve vönemli bir konuyu nasıl anlatacağımı düşünürken asrı temsil edecek dört tane insanın öyküsünü bir çırpıda yazarken buluverdim kendimi. Cumhuriyetin ve asrın öyküsü, hiç yılmadan mücadele etmek ve bizden sonra gelecek olanlara bir şeyler bırakabilecek olmanın getirdiği umuttur. Şüphesiz ki bu asırda birçok imkânsızlık, zorluk bizleri bulmuş ve etrafımızı kuşatmıştır. Fakat bunlardan çıkmamızı sağlayan şey; yılmadan, yorulmadan çalışmak ve her zorluk karşısında yeniden ve yeniden ayağa kalkabilme gücünü kendimizde bulmak olmuştur.

Benim bu öyküyü yazmamın amacı da kendimden sonraya bir iz birkaç cümle bırakabilmektir.

Okuduğunuz satırları yazarken bütün bir asrı düşündüm, bu topraklar üzerinde yaşamış insanları hayal ettim ve en önemlisi de asırlık çınarın gölgesinde kendimi serinlemiş ve ferahlamış buldum. Yazarken vermiş olduğum mücadele ve hissettiğim tatmin duygusu ise bana kâr olarak kalacak şeylerdir.

Yavaşça bilgisayarımı kapattım. Odamın ışıklarını söndürdüm ve kendimden bir şeyler katabildiğim bir öyküyü yazmış olmanın verdiği huzur ile usulca kendimi yatağıma bıraktım.

Bakmadan Geçme