BABAMIN DÜKKÂNI Mehmet Nuri YARDIM
Küçükken henüz evden dışarı çok fazla dışarı çıkmazken bir 'dükkân' lafıdır dolaşır dururdu.Ben de merak ederdim sürekli.
Küçükken henüz evden dışarı çok fazla dışarı çıkmazken bir ‘dükkân’ lafıdır dolaşır dururdu. Ben de merak ederdim sürekli. Adını evde sık-sık duyar ama ne olduğunu bilmezdim. Ne demek dükkân? Dükkânda ne yapılır? Annem niçin hep evdeydi de babam dışarıdaydı, dışarıda yani dükkânda... Gün boyu ne yapar ne ederdi orada? Bu merak duygusu, içimden bir türlü sökülüp atılamadı. Zihnimden hiç ayrılmadı bu sabit düşünce. Hep düşledim durdum dükkân denen mekânı... Hayaller kurdum. Nasıl ve ne biçim bir yerdi şu dükkân dedikleri...
Ve bir gün Ahmet abim bana müjdeyi verdi; “Bugün tatile girdik, artık okul yok, babama gideceğim, dükkâna gelmek ister misin?” Sorulacak soru mu bu şimdi, sevincimden çığlık attım. Zaten abimi hep bu sorularla rahatsız ederdim. Şimdi merakımı gidecek, dükkânın ne olduğunu bizzat öğrenecektim.
Ahmet abimle evden dışarı çıktık. Yol boyunca bazı dükkânları gösterdi ve buralarda ne işler yapıldığını anlattı. Eski Çarşı’dan geçtik. Kasapları, manavları, bakkaliye dükkânlarını, helvacıları, peynircileri ilk defa görüyor ve heyecanlanıyordum. Demek ki, babalar aileleri için her gün sabah erkenden dışarı çıkıyor, dükkânlarını açıyor ve para kazanıp akşam eve yiyecek getiriyorlardı. Bunları ayrıntılı biçimde öğrenmem kolay olmadı. Ne de olsa ayrı bir dünyaydı iş âlemi. Benim ise küçük dünyamın tamamen dışında...
Sonra fırsat buldukça, babamın dükkânına gitmeye başladım. Bütün merakım burada gideriliyordu. Çalışmanın gerekliliğini, babaların niçin dışarıda çalıştığını öğreniyordum. Alın terinin ne olduğunu, helâl para kazanmanın hikmetini, hepsini, hepsini… Daha sonra yaz tatilinde zamanımın büyük çoğunluğunu babamın yanında geçirmeye başladım. Annem sefertasını hazırlıyor, içi yiyecek dolu olan bu mutfak gerecini kaptığım gibi yola düşüyordum. Ve yol üstünde olan, tanıdık amcalara selam vere-vere Helvacılar Çarşısı’na varıyor, oradan da babamın yanına geçiyordum. Babam Bakırcılar Çarşısı’ndaydı. Çok önceleri o sokakta hep bakırcılar, kalaycılar varmış, şimdi azalmışlardı demek. Ama yine de tek tük bir iki bakırcı ve kalaycı kalmıştı.
Dükkâna varırken babamın komşularını mutlaka selamlardım. Onlar da beni tanıyordu artık. Memleketimizde selam vermemek büyük ayıp sayılırdı. Küçükler büyüklere, büyükler küçüklere, akranlar birbirlerine mutlaka selam verirlerdi. Selamlaşmamak nezaketsizlikti, dinî kurallara uygun davranmamaktı. Bir selam medeniyetimiz vardı âdeta. Toplumu kenetleyen ve birleştiren...
Babamı her zaman çalışırken görürdüm. Zaten onun boş oturduğuna, müşteri beklediğine hiç rastlamadım. Ayakkabı tamircisiydi babam. Eskiden yemeniciymiş, yeni yemeniler yaparlarmış İkinci Dünya Harbi yıllarında... Sonra yemeniler terk edilip de kunduralara geçilince bu mesleği öğrenmiş. Yeni ayakkabı yapmaktan ziyade tamir işlerine yönelmiş. İyi bir ustası varmış, ona mesleği öğretmiş. Babam askerde iken de mesleğini icra etmiş ve ayakkabı tamirciliği yaparak bol-bol para kazanmış, teskereyi alırken cebi dolu olarak evine dönmüş. O zaman onlara “köşker” derlermiş. Köşkerlik, eski ayakkabı tamirciliği ve satıcılığı demek imiş. Sonra devir değişti, bu kelime kullanılmaz oldu. “Tamirci” sözü daha fazla yaygınlaştı ama “Eskici” diyenler de vardı.
Dükkâna varmamla benim görsel şölenim başlardı. Keskin bakışlarımı babama ve yaptıklarına dikerdim. Gelen giden insanları süzer, babamla diyaloglarını can kulağıyla dinlerdim.
Babamın çok geniş bir çevresi vardı. Dükkânın önünden geçenler mutlaka babamı tanır, ona selam verir, hatırını sorarlardı. Yaşlılar “Selamünaleyküm Hacı” diye hitap ederdi. Orta yaşlılar “Hacı amca merhaba” derlerdi. Bıçkın gençler ve delikanlılar ise “Merhaba Hacı abi” deyip geçerlerdi. En çok duyduğum hitap şekilleriydi. Babam da herkesin selamını alır, elini göğsüne bastırırdı. Kendisinden yaşça büyükler için mutlaka ayağa kalkar selamlarına öyle mukabele ederdi. Yaşıtları için hafifçe doğrulur, gençler ve küçükler geçince sadece eliyle selam vermekle yetinirdi.
Babama yaz ayları boyunca hep gittim. Daha doğrusu abim götürdü. Ahmet abim, beni bıraktıktan sonra büyük abilerim Mahmut ve Hayrullah abilerimin yanına geçerdi. Orası daha büyük bir dükkânmış ve bakkaliye dükkânını işletiyorlarmış. Ahmet abime orada ihtiyaçları varmış.
Ben babamla baş başa kalınca dükkânın içindeki alçak ahşap sandalyeyi alır, babama yakın otururdum. Ve neler yaptığını, eşyalarını, insanlara davranışını gözlemlerdim. Ayakkabısını tamir etmek üzere bir müşteri gelmişse ve oturması gerekiyorsa hemen sandalyemi ona verip içeriden bir tane daha getirirdim. Bazen iki müşteri olunca bana sandalye kalmaz, ben de ayakta durup babamı ve etrafı incelemeye devam ederdim.
Babam ilginç bir adamdı. Meselâ ayakkabıyı dikerken veya kunduraya pençe yapıp çivi çakarken bir taraftan da müşteriyle sohbet ediyor, anlattıklarını dinliyor, soru soruyor, muhabbeti koyulaştırıyordu. Ama işine muntazaman da devam ediyordu. Bu konuşmalar yüksek perdeden olmazdı, çünkü komşuların rahatsız olması istenmezdi. Babam bazen dükkânın içinde, köşede çalışırdı, ama özellikle yaz aylarında mutlaka dükkânın dışına çıkar, kepenklerin önünde oturur, işine orada devam ederdi. Tabii sabah erkenden geldiği için malzemesini de hazırlayıp çıkardı. Sıcağa fazla tahammül edemezdi babam. Çabuk bunalırdı. O zaman memlekette havalar çok daha sıcaktı ve klima gibi serinletici aletler yoktu. Çok bunaldığında testiden bir tas soğuk su ister, onunla serinlemeye çalışır, sonra da büyük bir iştahla çalışmaya devam ederdi.
Babamın yanında müşteriler varsa lafa karışmaz, soru sormazdım. Ayıp olurdu. Ama müşteri yoksa babamla daha senli benli olurdum, sohbetimiz derinleşir,samimiyetimiz artardı. Türlü sorular sorar, hepsine de cevap alırdım. Yüksünmezdi, “Çok oldun, hep soruyorsun.” demezdi. Aksine hoşuna giderdi sorularım ve bıkmadan usanmadan tatlı bir şekilde hepsine cevap verirdi. Önünde büyük bir örs, sağ tarafında büyük bir teneke olurdu. Örsü bilirdim, ayakkabıyı geçirecek, çivileri öyle çakacaktı. Ama su ne işe yarardı acaba? Bazen elindeki ayakkabıları, içi koyu su dolu olan tenekeye daldırır, ters çevirir, kurutur ondan sonra örse takar, öylece işlemeye başlardı. Ben de çok meraklıyım ya, hemen sorardım: “Babacığım, ayakkabıyı niçin yüzdürdün?” Tebessüm ederdi: “Biraz yumuşasın ki daha rahat çalışabileyim. Yoksa ayakkabının deri olan yüzü de sert olur altı da. O zaman da ben zor çalışırım.” Anlardım. Sonra tenekenin yanında küçücük bir kutu daha görürdüm. İçinde minik-minik lâstikler görürdüm. Bu sefer merakımı onlar çekerdi. “Bunlar ne işe yarar? Çöpe atsana!” Hemen karşılık verirdi: “Olur mu oğlum, kış aylarında akşamları sobayı bu lâstiklerle tutuşturuyoruz, unuttun mu?” Hatırlardım tabii, anlardım ve susardım o zaman. Hatta annem kilere yakın bir yerde bu küçük lâstikleri saklar, ihtiyaç olduğunda bir miktar alıp odaya getirir, sobayı onlarla tutuştururdu.
Babamın dükkânı seyirlik. Öyle ki çalıştığı köşenin her tarafı altı üstü, yan tarafları da ayakkabı. Bunların bir kısmı tamir edilecek olanlar, bir bölümü ise satılacak eski kunduralardı. İçeride duvarda asılı ayakkabılar var ayrıca, boy-boy, renk-renk, çeşit-çeşit. Onları sorardım bu sefer; “Bu ayakkabılar ne işe yarar?” Yine tatlı bir dille, tane-tane anlatırdı: “Şu sağ tarafta gördüğün boyanmış, düzgün ayakkabılar satılık olanlardır. Bunlara biz ‘ikinci el’ diyoruz. Yani tamamen yeni değil, eskice. Başkaları giymiş, kullanmış, bana getirmiş. Ucuza satın almışım. Ben onları tamir edip boyatıp fazla parası olmayanlara makul ücrete satıyorum. Sol tarafta gördüklerin ise tamir edilmiş, sahiplerini bekleyen kunduralardır.” Gerçekten de ayakkabı satın almak için gelenler babamla görüşür, bir kundura seçer, sonra da uzun uzadıya pazarlık yapıp parasını verdikten sonra alır giderlerdi. Dükkânın her tarafı lebaleb ayakkabı dolu. Köyden gelen köylüler, ayaklarındaki lâstik ayakkabıları çıkarıp atmak ve kösele kundura alıp giymek isterlerdi. Babamla sıkı bir pazarlığa girişir, sonunda anlaşırlardı. Ama itiraf edeyim ki genelde köylülerin dediği olurdu. Babam çok merhametli, yumuşak huylu bir insandı. Kimseyi kırmak istemezdi. Hele köyden gelmiş vatandaşlara daha bir sevecen yaklaşır ve şöyle derdi: “Onlar yoksul, parasız, tarlada çubukta çok zahmet çekerler. Ellerine az para geçer. Ayakkabı edinebilmeleri için bizim anlayışlı olmamız gerek. Varsın kârdan zarar edelim, misafirlerimize hediyemiz olsun.” Evet babam köylülere müşteri gözüyle değil misafir gözüyle bakardı. Zira onlar köyden çıkıp şehre gelmişler ve ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorlardı. Onlara özel muhabbeti vardı.
Denizde kum, bende soru. Önlüğünü takmış, kollarını sıvamış çalışan babamı yine soru bombardımanına tutardım: “Bu çiviler niçin aynı boyda değil?” Ayrı-ayrı kutularda tepeleme duran çivileri gösterir sonra da: “Evladım, bunlar beşlik, yedilik, onluk çiviler... Yani boy-boy... Her ayakkabıya aynı çiviyi çakmıyoruz. Pençe için ayrı, topuk için ayrı çiviler lazım. Pençeye yedilik çivi kâfi, büyük çakarsam adamın ayağına çivi batar. Ama topukları da küçük çivilerde tutturmak mümkün değil. Onlara da büyük çivi çakıyorum ki, yolda/bağda topuk düşmesin ve vatandaş yarı yolda kalıp üzülmesin.”
Maşallah babam ansiklopedi gibi adam, bilgisi çok fazla. Her soruya cevap veriyor. Hem de teklemeden, duraklamadan. Hiç birinin altında kalmıyor, suallerime karşı sustuğunu, düşünüp durduğunu hiç görmedim. Mutlaka vereceği bir cevabı, yapacağı açıklaması vardır.
Babama hayranım. İşini çok seviyor. Çok gayretli ve azimli. Siyah önlüğüyle çalışıyor dükkânın önünde. Müşteri görsün diye kenarda duruyor. Bir kısım köylüler, ayakkabı satın alamıyor, yırtılmış olan lâstik ayakkabılarını tamir ettiriyorlardı. Parasızlıktan tabii. Genelde uçları açılmış olan ayakkabıları babam onarıyordu. Başına iplik takılmış iğneyi ayakkabının içinden geçiriyor, sonra da çepeçevre kunduranın tabanını dikiveriyordu. Bazı deri ayakkabılara ise pençe vuruyor veya kenarlarına ince deri yapıştırıyordu. Zamanla pahalı olan normal deri kullanılmaz oldu, daha ucuza üretilen ve lâstiğe benzeyen “suni deri” yaygınlaşmaya başladı. Bundan top-top alınıp getirilirdi. Bu taşıma işini önce Mahmut ve Hayrullah abilerim yapardı. Onlar bakkal dükkânını açıp işi büyütünce Ahmet abim görevi devraldı. Suni deriler önceleri Diyarbakır’dan alıyordu. Sonra Gaziantep’te daha ucuz olduğunu duyunca oradan gidip satın almaya başladı. Ana malzeme gelir gelmez babam keskin bıçak gibi olan keskisiyle pençelikleri keser ve yanına birazını ayırırdı. Tedarikli çalışırdı her zaman. Müşteriyi hiç bir zaman bekletmek istemezdi.
Babam bazen beni şaşırtırdı. Herkesin yapamayacağı şeyi yapardı meselâ. Çalışırken çivileri ağzına doldurur, sonra bu sivri metalleri ağzından tek-tek çıkarıp parmaklarının arasında ayakkabının çakılacak bölümüne yerleştirir, ardından hamle edip çekiçle vururdu. Babamın örsünü de çok seviyordum çünkü ayakkabıları içine geçirdikten sonra çalışabiliyordu. Babam, örs, çekiç ve çivi bir bakıma muhteşem dörtlüydü. Tabii büyük iğneleri ve iplikleri de unutmamak lâzım. Aslında babamın işi çok zevkliydi bana göre. Köylülerin çamura batmış olan ayakkabılarını önce alıp temizliyor, sert ise kovasındaki suya batırıp yumuşatıyor, ondan sonra tamir ediyordu. Müşterinin ayağını acıtan çivileri ise sağlam kerpeteniyle çıkarıp onları rahatlatıyordu. Tamir işi bittikten sonra asıl zevkli bölüm başlıyordu. Rengine göre boyuyordu ayakkabıyı babam. Siyahsa siyah, kahverengi ise kahverengi… Boya kutuları da tespih taneleri gibi yan yana dizili olurdu. Bir de daha geniş ve alçak bir kutuda duran cila vardı. Cila, boya bittikten sonra ayakkabıyı parlatmaya yarayan yağlı nesneydi. Müşterilerin tazelenmiş, tamir edilmiş, bakıma alınıp pırıl-pırıl hâle getirilmiş ayakkabılarını giydikten sonra minnet dolu bakışlarını ve “Allah razı olsun Hacı” deyişlerini hiç unutmuyorum.
Babamın çivileme işini seviyor ve hafifçe becerebiliyorum. Ama dikiş işi zordu. Hayret ediyorum, babam ayakkabıların ucuna zorlanmadan kocaman elini nasıl sokar ve buraları dikerdi? İşini severek yapıyordu üstelik. Babamın elleri büyükçe, esmer ve çatlaktı. Ellerinin çizgileri arasında kocaman yarıklar vardı. Hele parmakları... Onları görmeli bir kez. Toprak gibi şerha-şerha yarılmış, lime-lime ayrılmıştı sanki. Ama babam hep şükrederdi hâline, hâlimize. Şikâyet etmezdi hiç bir zaman. “Alın teri bu, tabii yorulmak şart. Helâlinden yiyoruz, şükürler olsun.” derdi. Babamı çok güçlü ve iyi buluyordum. Yaşlı ve kuvvetli.
Çocuklar babamı çok severdi. Kunduralarını çarşıda en ucuza o diker, patlayan meşin toplarını o tamir ederdi uygun paraya. Babam da çocukları çok sever, onlara takılırdı. İşini yaptırmaya gelen bütün çocuklara çıraklık teklif ederdi şakacıktan. Hâlbuki hayatı boyunca çırak çalıştırmamıştır yanında. Sebebini soranlara durumu şöyle açıklardı: “Dükkân zaten küçük. Bana zor yetiyor. Bir de çırak mı alalım bu köhne yere? Hem zaten onlara verebilecek param da yok!” Babamla çocuklar arasında kuvvetli bir diyalog vardı. Sevgiye ve saygıya dayalı sağlam bir bağdı bu. Bunu görüyor, hissediyordum. Çünkü babam çocukluğunu yaşayamamıştı. Küçük yaştan itibaren çalışmaya başlamış, keyfince oyun oynayamamıştı. Bir bakıma gözünü açtığından beri çalışma hayatının içindeydi. Yoksulluk çekmişti adamakıllı. Acılar, kahırlar görmüştü. Ama hiç bir zaman ağzından bir şikâyet kelimesi duymadım. Her zaman “Rabbimize şükürler olsun, helâlinden kazanıyor, yiyoruz.” diyordu.
Dikkat ediyordum, babam bir ayakkabıyı çivilemek isterse önce yatık duran örsünü doğrultuyor, sonra ayakkabıyı üstüne oturtuyordu. Çivileri hazırlar sonra çekici eline alır, çivilemeye başlardı. Pençe yapacaksa, deriyi ayakkabıya göre önceden kesmiş biçmiştir. Çivilemeye başlamadan önce çivi kutusundan küçük bir avucu alır, leblebi gibi ağzına atar, sonra da ikide bir elini ağzına atıp çıkardığı çiviyi ayakkabıya çakardı. Ben çivilerin babama iki açıdan zarar verebileceğini hesaplardım. Biri çivilerin ağzına batması, ikincisi de boğazına kaçmasıydı. Bunu kendisine sorduğumda ferahlıkla güler ve şu cevabı verirdi: “Oğlum çivileri dilimle dişlerimin arasına dizerim. Lâzım oldukça bir tane alıp çakarım. Benden habersiz yerlerinden asla kımıldamazlar, korkma!” Babam ağzında çiviler olduğu hâlde de dostlarıyla yarenlik eder, müşterilerin sorularına cevap verirdi.
Aradan yıllar geçti. Babam bir gün dikine konulmuş suni deri toplarının üstüne devrilmesiyle belini incitti. Büyük acılar yaşadı, hastaneye kaldırıldı. Daha sonra kaburgalarının kırıldığı öğrenildi. Velhâsıl çalışamaz hâle geldi. Ardından felç geçirdi o dağ gibi adam. Mecburen evde oturmaya başladı. Yaşı doksana yaklaşmıştı zaten. O pazar ve bayram günleri bile çalışan, çalışkanlığıyla memlekette nam salmış babam, artık evden dışarıya adımını atamaz olmuştu. Bu üzüntü onu kahrediyordu aslında. Dükkânını işleten Ahmet abime akşamları komşularını, gelen gideni soruyor, cevap alıyordu. Ahmet abim de kendisine selam gönderen dostlarının isimlerini sayıyordu bir-bir. Gözleri yaşlı bir şekilde oğlunu dinliyordu. Uzun yıllar böyle sürdü serencamı. Ve Ahmet abim dükkânla, dükkâna uğrayan ve selam bırakan dostlarıyla babam arasında âdeta fahri postacılık yaptı, köprü oldu. Bu kutlu görevden de hiç bir zaman yüksünmedi, gına getirmedi. Küçük abim, hayırlı bir evlat olmanın önemini idrak etmiş şuurlu bir kişiliğe sahipti.
Ve bir gün çok sevdiği işinden, dükkânından uzaklaşmak zorunda kalan sevgili babam, vade dolunca, fani dünyadan da ayrıldı. Bütün sevdikleriyle helâlleşip onlara veda etti. Şimdi, Şeyh Musa Kabristanı’nda rahmetli annemin yanında yatıyor. Onu “Babalar Günü”nün kutlandığı gün sevgiyle, saygıyla, hasret ve dua ile anıyorum. Ruhun şâd, kabrin nur, mekânın cennet, menzilin mübarek, makamın âli olsun aziz babacığım. İnan ki seni sadece ben değil memleketteki bütün dostların da unutmadı. Yoksul ama bahtiyar olan bütün gariban köylüler, şehre indikçe dükkâna uğrayıp seni sordular. Vefat ettiğini duyunca da rahmetle, minnetle ve şükranla andılar…
Bütün babalar değerlidir, azizdir, mübarektir. Onları sadece “babalar günü”nde anmak, hatırlamak yetmez elbette. Ama böyle bir teamül varsa rahmete vesile olsun diye merhum babamın bir fotoğrafını paylaşmak istedim. Babam 1990’lı yıllarda memleketteki dükkânının önünde İstanbul’dan gelen oğlu ve torunlarıyla birlikte. Elimi omzuna attığım minik çocuk şimdi 30 yaşında olan oğlum Fatih Kerem, hemen arkamda, sağımda objektife tebessüm eden küçük delikanlı ise kısa bir süre önce rahmet-i rahmana kavuşan yeğenim Kuddusi… Hem babama hem de yeğenime Allah’tan rahmet niyaz ediyorum. Mekânları cennet, cennette menzilleri “kabristanda olduğu gibi” yakın olsun. Yaşayan bütün babaların gününü kutluyor, kendilerine hayırlı, sağlıklı, bereketli ve huzurlu ömürler diliyorum.
Bakmadan Geçme





