ŞEHİTLER DEFTERİ KAPANMAZ!
18 Mart, Çanakkale Zaferini ve Şehitlerini anma günüdür.Şehitlik kavramı çok kutsaldır.
18 Mart, Çanakkale Zaferini ve Şehitlerini anma günüdür. Şehitlik kavramı çok kutsaldır. Dinimize göre, Peygamberlikten sonra gelen en yüce mertebedir. Şehitler de kendi aralarında sınıf, sınıftır. Şehitlik mertebeleri tıpkı askerlikte olduğu gibi erden, mareşale kadar değişiklikler arz eder. Yani, şehitlerin er rütbesinde olanı var, mareşal rütbesinde olanı.
Şehitlerin en ulvisi Allah, vatan, namus uğrunda savaşırken can verendir. Yine dinimizin kurallarına göre, zulmen öldürülen, çöken bir duvar altında kalan, yanarak ölen, suda boğulan ve hatta doğum yaparken can veren kadın dahi şehit sayılır.
Meydana gelen toplumsal olaylarda can verenler de, şehit mertebesindedirler.
(Zulme karşı susan, dilsiz şeytandır)
düşüncesinden yola çıkarak toplumsal tepkilere katılan insanlar da, elbette şehit sayılırlar. Ancak, ortalığı karıştırmak, fitne, fesat ve provokasyon için toplumsal olaylarda yer alanların ölmeleri durumunda şehitlikle bir alakaları olmayacağı gibi, ahret alemine murdar olarak giderler.
Çanakkale Zaferi, bu Milletin yazdığı en büyük destanlardan biridir. Kimilerine göre 57 bin, kimilerine göre 250 bin Mehmetçiğin kanlarıyla yazılan bu destan, iman gücü ile bu milletin neler yapmağa kadir olduğunun göstergesidir. Yüzde yüz şehit olacaklarını bile-bile, düşmanlara karşı göğüslerini siper eden
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ,
asil milletimizin gurur abideleridir.
Bu millet sadece Çanakkale’de değil, evvelinde de çok şehitler verdi, bugün de Afrin’de ve diğer bir çok bölgelerde şehitler vermeğe devam etmektedir. Vatanımızın bekasının, aziz şehitlerin kanları pahasına olduğunu asla unutmayalım. Bütün Şehitlerimizi rahmetle ve minnetle anarken, şehitler defterinin hep açık kalacağına ve hiç kapanmayacağına inancımızı vurgulayalım.
Çanakkale Şehitleri için o kadar çok şiirler, destanlar yazılmış ki, bunlar bir arada toplansa, rahatlıkla mücessem bir kitap olurlar. Hele, Milli Şairimiz Merhum Mehmet Akif’in yazdığı bir destan var ki, o destanı okumak, belki de
ÇANAKKALE SAVAŞINI YAŞAMAK GİBİDİR. Çanakkale Şehitlerini anarken, bu destanın mutlaka okunması gereklidir. Bu düşünceler içinde Çanakkale Zaferi’nin 103. Yıl dönümünde bütün şehitlerimizi ve gazilerimizi bir kere daha rahmet ve minnetle anıyoruz.
ÇANAKKALE ZAFERİYLE İLGİLİ
ANEKDOTLAR…
Çanakkale Zaferinin yıldönümünde istedik ki, bu tarihi gün dolayısıyla birkaç anekdotla aziz şehitlerimizin ve kahraman gazilerimizin ruhlarını şadedelim. İşte, derlediğimiz anekdotlar:
“BABASININ ÇANAKKALE’DE NE İŞİ VARMIŞ!”
Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal diğer ülke komutanlarına Dolmabahçe sarayında bir resepsiyon düzenler. Resepsiyona katılan komutan ve başbakanlar hoşça vakit geçirirken yeni yetme bir İngiliz Komutan Atatürk'e dik-dik bakmaktadır. Bunun sebebini merak eden Mustafa Kemal yaverini o komutana gönderip:
-Sor bakalım bana niye bu şekilde dik-dik bakıyor? der.
İngiliz komutana giden Atatürk'ün yaveri Paşanın sorusunu komutana iletir ve cevabı aldığı gibi Atatürk'ün yanına gelir.
Atatürk:
-Sordun mu niçin bana öyle bakıyormuş?
Yaver:
-Sordum Paşam.
-Eee ne dedi?
-Paşam, Çanakkale Savaşında babasını öldürmüşsünüz o yüzden size o şekilde bakıyormuş!
Atatürk:
-O zaman git sor bakalım, babasının Çanakkale'de ne işi varmış...
İşte, Mustafa Kemal Atatürk’ün üstün dehasına yakışan bir cevap…
***
Çanakkale Savaşlarında, bir kolunu ve bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor:
-Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiatlar vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri de kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
-Niçin öldürmek istediğin askeri tedavi ediyorsun?
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
-"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün".
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim. Çünkü Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok daha ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler..."
***
“İngiliz donanması Saroz’dan top atışları ile bize son derece ağır kayıplar verdiriyordu. Böyle bir atıştan sonra, aynı, birlikte silah arkadaşım Recep Eniştemin iki ayağı kopmuş çalıların üzerinde gördüm, henüz sağ idi. Yanına kadar gidebildim. Onu o vaziyette görünce ağlamaya başladım. Henüz ruhunu teslim etmeyen Recep Eniştem:
-“Kardeşim niçin böyle ah edip ağlarsın, benim ciğerimi dağlarsın! Allah’ın verdiğine merhaba! Takdir-i Rabbani böyle imiş! Onun kazası geri çevrilmez ve hükmüne mani yoktur. Elimizden ne gelir. Arzuladığım savaş yolunda oldu. O saadet bana yeter! Sen sağ kalırsan, anamın elini benim için de öp! Emzirdiği sütleri helal etsin!”
dedikten sonra, son söz olarak:
-Başımı kıbleye doğru çevir!
diyebildi. Ruhu çoktan uçmuştu...
***
Halil, bölükte süngü hücumuna kalkmıştı, ağır bir yara alarak yanıma yıkıldı. Bir müddet sessiz kaldı ve sonra:
-Ahretlik ölümüm yaklaştı, öldükten sonra cesedimi geriye götürtme, buraya ellerinle göm! Üzerimde harbediniz! Ta ki Gazilerin ayak seslerini Allah! Allah! nidalarını rahatlıkla duyayım!”
Dedi ve gülerek ruhunu teslim etti.
***
“Karayürek Deresine doğru iniyorduk. Bir akşam beni keşif kolu çıkardılar. Derenin yatağında geziniyordum. Çok susamış idim. Dere şırıldıyordu, mataramı doldurdum. Birkaç yudum içtiğimde, içtiğim suyun tadı çok başka idi avucuma mataradan su aldığımda, matarama doldurduğum suyun kan olduğunu anladım.”
***
Tıp ihtisası için ABD’ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastanede başından geçen enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Amerika’ya gittiğim ilk yıllar (1957) lisanım pek o kadar iyi değildi. Newyork’da Medical Center Hospital adlı bir hastanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyoğrafi çekmek gibi işler. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum.
Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmişbeş yaşlarında tabii kendisi ile İngilizce konuşuyorum.
-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?
Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki. Pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti. Kendisine sormadan edemedim.
-Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak
“Hayır”
manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum:
-Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
“Boşver”
anlamında işaret yaptı. Ben yine ısrarla dedim ki:
-Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım…
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk’üm…
İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:
-Yıl 1915. Sen hatırlamasın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak’ım, Avustralya Anzaklarından. İngilizler bizi toplayıp dediler ki: “Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.” Biz de inandık sözlerine vaatlerine. Savaşmak isteyenler arasına katıldık.
Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu:
-İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevkediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır’a götürdüler o zaman. Mısır’da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale’ye götürdüler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman.
Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki, onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.
Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:
-Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya! Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime:
Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürdüler. Ama öldürmüyorlar. Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlar. Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim. “Böyle asil insanlarla niye savaşıyorum ben. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış” diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki. Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce.
Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:
-Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk. Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türk’le karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar. Buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle:
-“Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
-“Ömer”
cevabını verdim.
Gayet merakla tekrar sordu:
-Peki niçin ‘Ömer’ ismini vermişler sana?
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Yahu senin adın Müslüman adı mı?
Ben:
-Evet, Müslüman adı
deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun. Peki, doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?
Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için konuşamıyormuş.
-Tabii, Müslüman olmak çok kolay
dedim. Sonra kendisine imanın ve İslamın şartlarını anlatırım. Kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu.
Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan, bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet’e olan hasretin sona ermesi bu yaşlı gönlü duygulandırmıştı. Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz. Bana da bir tespih bulsan da, ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakkı’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu.
Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti:
-Beni yalnız bırakma olur mu?
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslamiyeti anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu.
Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum.
“Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!”
dedim ki içinden “Bizim Ömer amca galiba yolcu?” hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi:
Sağ elinde tespih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.
Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti. Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım.
Bakmadan Geçme





