“VALİ BEY SAAT KAÇ!”
Merhum Valileriden Recep Birsin Özen, Siirt Valisi iken, zaman zaman elinde filesi çarşı, pazar dolaşır, alışveriş yapar, vatandaşlarla sohbet edermiş. Bu arada, bir şekilde REMZİ ile tanışmış, onu her gördüğünde mutlaka zaman ayırır, sohbet eder, para verirmiş…
Şimdi o da rahmete kavuşmuş olan Remzi, doğuştan özürlü biriymiş.
Bir gün Vali yolda yine Remzi ile karşılaşmış. Vali’nin, kendisiyle sohbet etmesine alışkın olan Remzi yolunu keserek konuşmak istemiş. Ancak, Vali’nin gerçekten âcil bir işi olduğundan:
-Remzi, işim acele. Yarın gel, konuşuruz, demiş…
Ertesi gün Remzi, sabahın erken saatlerinde hükümet konağının önünde Vali’yi beklemektedir. Ancak, Vali o gün hükümet konağına biraz geç gelir.
Vali’yi beklemekte olan Remzi, saati varmış gibi, parmağını, kol saatinin takıldığı bilek yerine koyarak söylenmiş:
-Vali Bey, Vali Bey! Saat kaç!
Vali gülmeğe başlamış ve yanındakilere söylenmiş:
-Bakın, Remzi bile bizden hesap soruyor! Mesaiye geç kalmaya gelmez!
Sonra, yanına çağırarak biraz sohbet edip, eline para tutuşturduktan sonra, Remzi’yi göndermiş.
Diyeceğimiz şu ki, Siirt’in delileri bile, Valilerden hesap soracak kadar yürekliyseler, akıllıları neler yapmaz.
“HASUN”
“HASUN”
lâkabıyla tanınan, yıllar öncesinden rahmeti Rahmana kavuşmuş bir hemşerimiz için, gerçekten çok ilginç anekdotlar anlatılır. Öncelikle Arapça kökenli olan (HASUN) lâkabının ne anlama geldiğini belirtmekte yarar var. (Hasun) demek ekini biçmek anlamına gelir! Bu hemşerimize de önüne konulan yemekleri adeta biçer gibi yediği ve mideye indirdiği için bu lâkabı vermişler.
Güçlü kuvvetli ve oldukça obur olan bu merhum hemşerimizin bir tulum pekmez ile bir tulum yoğurdu karıştırarak, bir oturuşta içtiği, çiğ-çiğ 2-3 tepsi baklava, sarıburma yediği, yine bir oturuşta yediği
KİTEL SAYISININ 100’ün altında olmadığı ifâde edilir.
Rahmetlinin işinin ise nakliyecilik olduğu, nakliye işini sırtında yaptığı, meselâ o zamanlar Siirt’in bağlı olduğu Bitlis’e tayinleri çıkan memurları, Siirt’ten, sırtında ev eşyaları ile birlikte götürdüğü öne sürülür.
İKİ KİŞİYE BİR SİNEMA BİLETİ
Sinemacılığın çok yaygın olduğu yıllarda, iki Siirtli sinemaya giderler. Gişeden TEK BİR BİLET ALIRLAR. Sinema salonuna girmek için teşrifatçıya verirler. Teşrifatçı bakar ki, sinema salonuna girmek isteyen iki kişi, bilet ise bir!
Muhataplarına söyler:
-Siz iki kişisiniz, bir biletiniz var. Bilet kiminse, o içeriye girecek. Yani, biriniz gireceksiniz, biriniz giremeyeceksiniz!
Bunun üzerine bileti verenlerden biri şu cevabı vermiş:
-Bak kardeşim, her ne kadar iki kişi isek de, biz bir sayılırız. Çünkü, benim SAĞ GÖZÜM KÖR, ARKADAŞIMIN SOL GÖZÜ! Bu durumda, filmi iki gözle seyretmiş olacağız. Yani, tek kişi gibi…
Aldığı cevap karşısında kahkahalarla gülmeğe başlayan teşrifatçı, durumu sinemanın sahibine aktarmış. O da kahkahalarla gülmüş, hem iki arkadaşı salona aldırmış, hem de verdikleri biletin parasını iade etmiş…
“EMİN DEĞİL HAİN !”
Gözleri âmâ, kalp gözü açık Siirtli Hafızhanlardan Eyüp Hoca, her yıl olduğu gibi, Ramazan devresine gidecekti. Geçmiş yıllarda, Siirt’in hafızları Ramazan ayında bir çok illere giderler, zengin evlerinde Ramazan boyunca her gün bir cüz okuyarak, Ramazan ayı sonunda hatime-i şerif ile tasdik ederek, bayram sonrasında da kendilerine verilen para ve hediyelerle geri dönerlerdi.
Yine o zamanlar, taşıt araçları yaygın olmadığı için, gidecekleri yerlere çoğu kere at sırtında gittikleri olurdu. İşte, bu hâfızlardan biri olan Eyüp Hoca da, âmâ olduğu için Ramazan devriyesine gidince, kendisini götürüp getirmesi için bir talebesini götürürmüş. Ona da, kendisine verilen paraların ve hediyelerin bir kısmını verir böylece zamanını değerlendirmesini sağlarmış.
Ramazan devriyesine çıkacak olan Eyüp Hoca’ya, Hanımı, yol nevalesi olarak çok sevdiği Siirt’in içli köftelerinden
(KİTEL)
yapmış, heybesine koymuş. Hoca’nın bindiği atın yularını tutan talebesi, bir ara heybeye elini atmış, bakmış ki
KİTEL
var. Dayanamamış, bir tanesini usulca mideye indirmiş. Nasıl olsa Hoca görmüyor. Hem, köfteleri sayarak vermiş değillerdi ya!
Ancak,
KİTELİN
tadına dayanamayan talebe “bu artık sonuncusu olsun” diye diye
KİTELLERİ
ardı ardına mideye indirince, bir de bakmış ki heybede
KİTEL KALMAMIŞ.
Bir su kenarına vardıklarında Hoca:
-Mola verelim de yemek yiyelim!
demiş.
Talebesi, Hocasını atın sırtından indirmiş. Elini yüzünü yıkadıktan sonra Hoca:
-Bak oğlum muallimen heybeye KİTEL koymuştu, getir de yiyelim!
demiş.
Bütün köfteleri midesine indirmiş olan Talebe, heybeye bakıyormuş gibi yapmış, heybenin dibini sökmüş ve söylenmiş:
-Hocam, heybenin dibi sökükmüş. Bizim de haberimiz olmamış. Bütün köfteler yol boyunca dökülmüş olacak!
Öğrencisinin, köfteleri yediğini anlayan Hoca, unutmuş gibi sormuş:
-Senin adın neydi, Oğlum?
Talebesi cevap vermiş:
-Adım EMİN Hocam. Adımı unuttun mu yoksa?
Hoca, taşı gediğine koyarak söylenmiş:
-Oğlum, adının “EMİN” olduğunu biliyorum da, annen adını neden “EMİN” koymuş da “HAİN” diye koymamış, ona şaşırıyorum!
ŞAROT IS SANNORA MIN LEYLETİL ĞALVE “GERDEK GECESİNDEN KEDİYİ YIRTMAK!”
Kılıbık Siirtli, evine misafir olarak gelen taş fırın erkeği Siirtli dostuna sormuş:
-Yahu, dikkat ediyorum karın senden çok korkuyor. Benimkisi ise, beni takmak bir yana, gücü yetse belki dövecek! Sen ne yaptın da karını böyle muma çevirdin.
Taş fırın erkeği Siirtli, sırrını saklaması şartıyla anlatmış:
-Gerdek gecesi, kasıtlı olarak bir kedi yavrusunu yatak odasına koymuştum. Biz gerdeğe girecekken, kedi yavrusu miyavlamaya başladı. Ben de odanın içinde bir kedinin bulunmasına sinirlenmiş gibi yaparak “en kızdığım şey kedi miyavlamasıyla, kadın dırdırıdır” dedim ve kedi yavrusunu yakaladığım gibi bacaklarını yırtarcasına çekiştirerek pencereden aşağı attım. İşte, karımı mum gibi yapan bu oyunumun korkusudur!
Kılıbık Siirtlinin hanımı da kapı arkasından konuşulanları dinliyormuş
Ertesi gün kılıbık Siirtli de, karısının gözünü korkutmak ümidiyle bir kedi yavrusu bularak gizliden odasına almış. Gecenin bir vaktinde kedi yavrusu miyavlamaya başlayınca hiddetlenmiş görünerek, arkadaşının taklidini yapmış ve:
-En kızdığım şey kedi miyavlamasıyla, kadın dırdırıdır!
diye bağırdıktan sonra kedi yavrusunu yakaladığı gibi bacaklarını koparırcasına çekiştirerek pencereden aşağı atmış. Olup bitenleri seyreden karısı kahkahalarla gülerek söylenmiş:
-Artık, geçti senden! Sen şimdi yaptığını daha gerdek gecesi yapacaktın ki işe yarayacaktı! Kaç gram olduğunu öğrendikten sonra değil.
İşte, bu anekdotu biz Siirtliler
“ŞAROT IS SANNORA MIN LEYLETİL ĞALVE=GERDEK GECESİNDEN KEDİYİ YIRTMAK!”
diye anlatırız!
GÖNLÜ YUFKA, KUMARHANE İŞLETMECİSİ!
Şehrimizde, eski yıllarda gizli kumarhane işleten gönlü yufka bir Hemşerimiz varmış. Güçlü kuvvetli bir yapısı olduğu ve kabadayılardan sayıldığı halde, başka bir iş yapamadığı için, kumarhane işletmek yolunu seçmiş. Ama, kumarhaneye gelen ve kaybeden gençlere de için, için çok üzülüyormuş. Hatta onları,
KURT
kumarcıların taktikleri konusunda gizli, gizli uyarıyormuş.
Bir de şöyle dua ediyormuş:
-Allah’ım, kumarhanemi boş bırakma ama, müşteriler, sürekli değişsin. Kumar oynayanları hidayete erdir. Ancak, yerlerini yenileriyle doldur. Ne ben işsiz kalayım, ne de kumar illetine müptela olan kalsın!
Bu gönlü yufka kumarhane işletmecisinin, ömrünün sonlarına doğru, hacca gittiği, camiden ve cemaatten ayrılmaz bir tövbekâr olduğu da anlatılır.
KUŞAKLI CİNCİ HOCA!
Geçmiş yıllarda, Şehrimizde de cinci hocalar varmış. Halkın cehaletini istismar ederek, sözde büyü bozan, büyü yapan, çocuksuz kadınların hamile olmalarını sağlamak amacıyla okuyan, üfleyen(!) bu cinci hocaların bazılarının başka marifetleri de varmış.
Cinci hocalar arasında dertleri ve sorunları için kendilerinden medet uman kadınlara tacizde bulunanlarının da olduğu anlatılır. Bunlardan birinin adı da “KUŞKLI CİNCİ HOCA!” imiş…
Anlatıldığına göre, “KUŞAKLI CİNCİ HOCA” sözde hastalarını tedavi ederken, özellikle kocalarından habersiz ve yalnız başlarına gitmiş olduklarını anladığı kadınlara belli bir muayeneden sonra:
-Kuşağı çöz bakalım! dermiş.
Kadınlar da, erkekler de geçmiş yıllarda şimdi adına “Don lastiği” de denilen lastik olmadığı için, bez kuşak kullanırlarmış. Saf veya istekli kadın, kuşağını çözerken, namuslu, ifetli kadınlar:
-Utanmıyor musun!
Türünden tepki gösterecek olursa, Cinci Hocanın cevabı hazırmış. Oturduğu döşeğin üstünde bir çiviye düğümlenmiş olarak astığı kuşağı gösterip:
-Sen yanlış anladın (KIZIM VEYA BACIM) ben bu tılsımlı kuşağı çözmeni söyledim. Tılsımlı kuşağı çöz ki, dertlerin de çözülsün, dermiş…
UYANIK LOKANTACI!
Şehrimizde 3-5 lokantanın bulunduğu dönemlerde, lokantalarda yapılan yemeklerin sayıları da oldukça mahdutmuş ve yine 3-5 türden ibaretmiş. Lokantaların müşterileri ise, genelde alışveriş için köylerden şehre gelenlermiş. Şehir halkının lokantalarda yemek yemeleri ayıp sayılırmış. Şehrimizdeki yabancı memurlar bile, bu geleneğe uyarlarmış. Zaten, yabancı memurların sayıları da hayli azmış.
İşte, o dönemlerde uyanık bir lokantacı, sadece bir tencerede yemek yapmasına karşılık, kapının önünden gelip geçen köylülere Kürtçe olarak:
-Vere karnıyarık hene, metfun hene, türlü güveç hene, patlıcan kebabı hene! =Karnıyarık, meftun, türlü güveç, patlıcan kebabımız var diyerek yemek isimleri sayar, müşterileri celbetmeğe çalışırmış…
Ama, lokantaya giren müşteri, sayılan yemeklerden hangisini isterse, istesin, mutfaktaki tek tencereden aynı yemek servisi yapılırmış.
Uyanık lokantacı tenceresine domates, biber, patlıcan, biraz da et doğrar ve karıştırırmış. Saydığı bütün yemeklerin hepsinin de temel maddeleri bunlar olduğu için, müşteri de istenilen yemeğin sunulduğunu zannedermiş…
İşte, bu durumdan yola çıkılarak ve bu merhum lokantacı hemşerimizden mülhem olarak ziyafetler için yok-yok anlamında :
“TANCARIT HACCİ AHMET = HACI AHMEDİN TENCERESİ”
uzun bir süre için Şehrimizin deyimleri arasında yer almıştı.
“SEMALARI DİKMEYE GİTMİŞ!”
Siirtli iki palavracı, palavra atmak konusunda yarışmaya karar vermişler. Bunun için de bir jüri oluşturarak, yer ve zaman belirlemişler. Yarışma günü, palavracılardan biri, yarışmanın yapılması için belirlenen yere gitmiş. Jüri heyeti de hazır bekliyorlarmış. Ama, ikinci palavracı bir türlü gelmeyince, yarışmacı, jüri heyetine:
-Gelin, dükkânına gidelim. Sonra, unuttum falan demesin! demiş. Jüri üyeleriyle birlikte kalkıp, yarışmaya gelmeyen kişinin dükkânına gitmişler. Dükkân sahibinin kendisi orda yokmuş. Dükkânda sadece çırak varmış. Bunun üzerine, yarışmacı:
-Hani ustan nerede? Yarışmadan kaçtı değil mi?
diye alaylı bir şekilde sormuş.
Çırak:
-Ne münasebet! Görmüyor musunuz, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Ustam “Beni sorarlarsa biraz beklemelerini söyle. Ben, yırtılan semaları dikmeğe gidip, hemen geleceğim!” demişti. Ama görüyorsunuz, semadaki yırtık çok büyük, herhalde, bunun için gecikmiş olacak! demiş.
Bunun üzerine jüri heyeti, diğer yarışmacıya:
-Çırağı bu kadar palavracı olduğuna göre, sen bunun ustasıyla yarışmaktan vazgeç. Onu yenmem mümkün değil! demişler.
MÜSLÜMAN MISIN, HIRİSTİYAN MISIN BELLİ DEĞİL!
Şehrimizde Ermenilerin yaşadıkları dönemde, Kilisenin Papazı bakmış ki her gün bir kuş geliyor ve Haç’ın üzerini kirletiyor. Kilisenin zangocuna kuşu tutması için talimat vermiş. Zangoç da nöbet tutmaya başlamış ki kuşu yakalasın. Ama yakalamak ne mümkün. Zangoç, bütün çabalarına rağmen kuşu tutamıyormuş.
Papaz bir numara düşünmüş. Haçın yanına bir maşrapa koymuş içini de şarapla doldurmuş. Gerçekten kuş kurulan tuzağa düşmüş. Su niyetine şarabı içince de sarhoş olup düşüp bayılmış.
Zangoç, hemen Papaza koşarak durumu müjdelemiş. Papaz gelmiş bakmış kuş baygın bir şekilde yerde. Kuşu eline almış ve söylenmiş:
-Müslüman olsan, şarap içmezdin! Hıristiyan olsan, Haç’a sıçmazdın. Olsa olsa Çingenesin!
ÇAYHANELERDE OTURANLARA TAKTİK!
Malum, yaz ve bahar aylarında, daha doğrusu yağış ve soğuk olmadığı sürece, hemşerilerimiz, çayhanelerin önlerine sandalyelerini atarak oturur, sohbete dalarlar.
Bir gün bir dostu, Gazeteci Ahmet Arıtürk’ü yanına davet etmiş, ısrar edince de oturmak zorunda kalmış. Gazeteciyi çağıran, çay ısmarlamış. Ahmet Arıtürk’ün tanıdıkları çok. Çaylar içilirken, o da gelen, geçen arkadaşlarını çay içmeğe davet etmeğe başlamış. Öyle olmuş ki, çay içenlerin sayıları belki 20’yi bulmuş, belki aşmış. Tabii, 2 hatta 3 bardak çay içenler olmuş.
Çağırılanlar kalkıp da iş hesabı ödemeye gelince, Ahmet Arıtürk önce davranıp hesabı ödemek istemiş, ama, onu çağıran arkadaşı kabul etmemiş. Ancak, kendisine bir taktik önermekten de kendisini alamamış:
-Kardeşim, ben seni davet ettim, sen 20 kişiyi davet ettin. Burası küçük yer, herkes birbirini tanıyor. Bütün tanıdıklarımızı çay içmeğe çağırırsak, o zaman bir daha çayhaneye oturamayız. Sen çayhanede otururken, bir tanıdık mı gördün, hemen görmezden gelecek sağdan geliyorsa, sola; soldan geliyorsa, sağa döneceksin. Karşıdan bir tanıdık mı geliyor, görmezden gelecek, başını öne eğeceksin. Yoksa çayhanelere başka şekilde oturamazsın! Burası Almanya değil ki, herkes içtiği çayın parasını kendisi ödesin.
BOY, POS YOK AMA…
Mahallenin tenha bir sokağında, serdikleri kilim üzerinde oturmuş, sohbet etmekte olan Siirtli kadınlardan birisinin kocasının gelmekte olduğunu gören diğer kadınlar, gırgıra almak için söylenmişler:
-Ku ce, şep ış şerevelli u ımkellep ıl erden!
Eski yıllarda, Siirtlilerin iri-yarı, babayiğit gençler için kullandıkları bu deyimi, kasıtlı olarak kullanan kadınlar, akıllarınca, taş attıkları kadının kısa boylu, çelimsiz, sıska yapılı eşini alaya alıyorlarmış.
Arkadaşlarının, kendisini alaya aldıklarını fark eden kadın, lâfın altında kalmamak için cevabı yapıştırmış:
-Vallah, bejnubal mefişi, ılle, haftutırrık maşallah!
Tercümesini tam olarak yapmak mümkün olmasa da, kadının bu cümleyi kullanarak verdiği cevap hem esprili, hem kinayeli.
Kadının, esprili ve kinayeli cevabını ise şu şekilde tercüme edebiliriz:
-Evet, boyu-posu yok ama, maslahatının maşallahı var…